Osmanlı'da terk edilmiş bir tek çocuk dahi yoktu

A -
A +
Osmanlı'da terk edilmiş bir tek çocuk dahi yoktu

Osmanlı döneminde çocukların eğitimine büyük önem verilir, okula başlayacak çocuklar için Amin Alayı düzenlenirdi. Osmanlı Türkiye'sinde çocuk, son derecede şefkate lâyık bir varlıktı. Disiplin, terbiye, belirli gelenekler ve kurallar içinde yetiştirilir, asla dövülmezdi. Zira dövülecek bir şey yaptığı nadirdi. Anne ve babası başta bütün büyüklerine saygı gösterirdi. Okulda dayak nadirdi. Ağırca suçlar için sınıf önünde değnek vurulurdu ki diğer çocuklar ibret alsın. Okul disiplini, her derecede öğrenimde, bugünkü ile kıyaslanmayacak derecede sıkı idi. Bütün dünyada öyle idi. İngiltere'de öğrencilerin resmen -terbiye ve disiplin amacıyla- değnekle dövülmesi -en son soylu okullarında olmak üzere- daha ancak çeyrek yüzyıl önce kaldırıldı. Çocuğu ebe doğurturdu. Ancak ebenin doğumun müşkül olacağını bildirmesi hâlinde, sultanlar (Osmanlı hânedanı prensesleri) gibi önemli hanımlar için hekim getirtilirdi. 19. asır sonlarında tek tük İstanbul'un ileri gelen ailelerinin doğumda doktor getirttikleri görüldü. Ama 1930'da İstanbul'da bile nadirdi. 1940'larda İstanbul'da ebenin doğurtması çok azalmaya başladı. Ebeyi, diğer ebeler, yanlarında yardımcı hizmeti vererek yetiştirirlerdi. 1861'de yasaklandı. Bu tarihte Müslüman, Hristiyan, Mûsevî ebelik yapacak bütün hanımlardan Mekteb-i Tıbbiye'de sınav geçirerek ebelik ruhsatı alması şartı konuldu. Bu kuralın ancak büyük şehirlerimizde uygulanabildiği açıktır. Doğumun 3. günü aile toplanır, yakınlar çağırılırdı. Baba, bebeği kucağına alır, kulağına hafif sesle üç defa ezan okur, üç defa çocuğun adını söylerdi. Sonra konuklar ağırlanırdı. YETİMLERE DEVLET BAKARDI Türk toplumunda piç derdi yoktu. Zira zinâ yoktu. Terk edilmiş çocuk yoktu. Yetimler mutlak devlet himayesinde idi. Bu hususta Türk toplumu, Avrupa toplumundan asırlarca ileridedir. Yakın zamanlara kadar Batı toplumunda gayri meşru ve terk edilmiş çocuklar, büyük sosyal âfetlerden biri idi. Meselâ 1815'te Fransa'da hükûmet, 82.000 terk edilmiş, sahipsiz çocuk tesbit etti, bu rakam 1830'da 118.000'e yükseldi, sonraki yıllarda daha da arttı. (Schoelcher, Esclavage et Colonisation, Paris Üniversitesi, 1943, s.62, not 2) Sosyal faciayı daha iyi anlamak için, şunları hatırlamak yeter: Fransa nüfusu 1815'te 29.3 ve 1830'da 32 milyondu (Avrupa'da o devirde Avrupa topraklarındaki nüfus bakımından 1.) Demek aşağı yukarı her 300 nüfustan biri, terk edilmiş çocuktu. Bunu yalnız çocuk nüfusuna oranlarsak, çıkan sonuç korkutucudur. İngiltere'de durum, -Dickens'ın romanlarından anlaşılacağı gibi- daha kötü idi. Fransa ile İngiltere'nin o yıllarda dünyanın en kalkınmış ülkeleri sayıldığını da hatırlıyorum. Terk edilmiş, daha doğrusu savaşlar ve düşman istilâsı dolayısıyla kimsesiz kalmış çocuklar meselesi, ilk defa 1913'te, Balkan Savaşı'nda yenilmemiz üzerine yepyeni bir problem şeklinde ortaya çıktı. 1918'de problemin boyutları büyüdü. 1922'de çok büyüdü. Babası şehid olan, anası ölen binlerce çocuk himayesiz, yersiz yurtsuz kaldı. Gene Birinci Cihan Savaşı'nda Türk çocuğunun karakteri de değişmeye başladı. 1945'te büsbütün değişti. HERKES YARDIMA KOŞARDI Büyük savaşlardan önce İstanbul'da olsun, başka yerlerde olsun mahalle çocukları; kadına, yaşlıya, garîbe, yoksula, hastaya, kazâ geçirene, kötü muamele görene, saygı içinde yardıma koşarlardı. Kendi mahallelerinde bu gibilerin herhangi bir zorluğa uğramamasına dikkat ederlerdi. Yol gösterirler, önlerine düşer kılavuzluk ederler, başa çıkamazlarsa yardım çağırırlardı. Bir komşu, sokakta oynayan çocuktan bir şey istese, bakkala gönderse, hiç yüksünmeden yerine getirirlerdi. Karşılığında bahşiş almak gibi bir şey bilinmezdi. Batı toplumunda ise çocuk, her hizmetinin karşılığı sembolik olsa da bir para almaya alıştırılarak terbiye edilir. Bir tarihten sonra, bu gibi yardım istekleri karşısında İstanbullu (ve şehirli) çocuğun "Babanın uşağı mı var?" şeklinde haşîn tepkileri görülmeye başladı. Yaşlıya yer vermek âdetini "enayilik" şeklinde değerlendirenler çoğaldı. Anne ve babası ile çene yarıştıran, bilir bilmez karşılık veren çocuklar gittikçe arttı. Bu atmosfer, okullarımıza da yayıldı. İmparatorluk döneminde ilkokul çocuklarını, okul kalfası evlerinden alır ve evlerine bırakırdı. Orta ve yüksek öğrenimde öğrenciler üniformalı, başlıklı, kasketli, işaretli, rozetli idiler. Ortaokulda çocuklara okul üniformalarının şerefini korumak öğretilirdi. Atatürk devrinde bile ortaokul ve liselerde kasket zorunlu idi. Ben ortaokula kasketli girdim, kasketi atmış durumda bitirdim. Zira o yıllarda artık terk edilmişti. Orta ve lise öğrencilerinin evleri ile okulları arasında güzergâhları belirli idi. Çocuklar, üniformalarını, başlıklarını, şeref ve şevkle taşırlardı. Zira okumak, ayrıcalıktı, büyüklüğe, büyümeye, aydınlığa atılmış gerçek bir adım, bir nimetti. Bugün de okulu ile, okullu olmakla iftihar eden çocuklarımız olduğu muhakkaktır. Ancak televizyonlu, bilgisayarlı, internetli bir çağdır. Şartlar değişmiş, fakat eskilerden pek çok daha tehlikeli ve nazik çizgiye gelmiştir. Doğru, yeterli, kaliteli, çağdaş, millî bir eğitim milletçe geleceğimizi belirler. Bir devletin en ağırlıklı, en önemli konusudur. Kitaplar Arasında Jacques Austruy, Kapitalizm Marksizm ve İslâm, İlgi Kültür ve Sanat Yayıncılık, İst. 2010, 144 s. Önemli devlet adamlarımızdan ve verimli bir fikir adamı ve yazar olan Agâh Oktay Güner, Sorbon doktoru olmak ehliyetinin verdiği vukufla, Fransızca'dan çok önemli, aktüel, karmaşık bir konunun Prof. Austruy tarafından kaleme alınmış eserini Türkçe'ye çevirmiş. Sadık Müfit Bilge, Osmanlı'nın Macaristanı, Kitabevi yayını, İst. 2010, 408 s. İğneyle kuyu kazılırcasına araştırılarak, bütün kaynaklara dayanılarak 160 yıl boyunca biz Osmanlı Türklerinin Macaristan'ı nasıl yönettiğimizi anlatan bir eser.
300
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.