Milletlerarası politika da sonbahara hazırlanıyor. Bugün -hemen hemen Avrupa Birliği'nin merkezi durumuna gelen-Brüksel'de, AB ülkeleri büyükelçileri toplanıyor. Yarın Londra'da AB dışişleri bakanları bir araya gelecekler. Abdullah Gül de katılacak. Karayipler'in şirin adacığı -bağımsız fakat hâlâ İngiltere'ye bağlı monarşiyi muhafaza eden- Barbados'ta dinlenen, AB dönem başkanı Blair, her halde Londra'ya dönecek. 3 Ekim'de Türkiye ile tam üyelik müzakereleri Maastricht kriterleri üzerinden başlayacak. Hiçbir üye, Türkiye derecesinde çetin şartlarla müzakereye girmedi. Türkiye Cumhuriyeti'ni -Avrupa kıt'asından, hattâ medeniyetinden dışlarcasına- dünkü eyaletlerimizin gerisine düşürenler utansın! Bugünkü Avrupa Birliği'ne daha 1959'da resmen biz de varız! diyen ve siz de varsınız cevabını ve sözünü alan Türkiye'nin bu akıl almaz gecikmesi bazı Avrupalıları bile şaşırttı. Almanya, Fransa, Avusturya gibi ciddi devletlerde, Türkiye üzerinden iç politika yürütmeye kadar uzanan bir çekingenlik, beceriksizlik, sinsilik siyaseti başını almış gidiyor. Ekranlarda dikkatle izleyiniz, geçen yüzyılın önemli devlet adamlarından olan Jacques Chirac'ın ihtiyarladığını, zoraki tebessümünü müşahede buyuracaksınız. Bu zâtı; Fransa tarihini inkâr edercesine, üçüncü defa 7 yıllık zirvede kalmak istemesi bu hâle getirdi. Bu sorununa Türkiye'yi karıştırması doğrusu hiç yakışmadı. Aynı müşahedeyi; ihtiyarlık çizgilerini, endişe ifadesini, yapay gülümsemeyi, inzivaya kaçan Başkan Bush'ta da görmek mümkün. Onun derdi, örnek bir askerî başarıya rağmen Irak'ta düzen kuramamasıdır. İran'a ne yapacağını kararlaştıramamasıdır. Halefi olması muhtemel Condoleezza Hanım'ın bile sesi çıkmıyor. Sonbahar rüzgârları yaklaşırken, Türkiye de 3 Ekim'i bekliyor. Hem AB'yi çağdaş uygarlık çizgisi için çare görenler, hem eski tas eski hamamın nesi var? deyip aslında iktidarı daha kısa yoldan köşeye itmek isteyenler...