Yaşlı, genç demeden denize attırmış! Ünlü edebiyatçı Sultan Abdülhamid’e atılan iftiraları yazdı

Sultan Abdülhamid’in vefatının üzerinden 107 yıl geçti. Darbeyle tahttan indirilmesinin ardından gazetelerde bir iftira furyası başladı. İttihad ve Terakki tarafından esaret hayatı boyunca hakkında pek çok şey söylendi ama hiçbiri ispat edilemedi. Türk edebiyatının ünlü isimlerinden Refik Halid Karay da bu çarpıcı iftiraların boyutunu gözler önüne serenlerden biriydi.
Ali Tüfekçi - Refik Halid Karay edebiyatımızın en renkli simalarından biri. Velut bir kalem olan Karay’ın hikaye ve romanları başta olmak üzere pek çok eseri var. Bunların bir kısmı klasikleşirken bir kısmı da para için yazılmış ucuz roman ve fıkralardan oluşuyor.
PARTİZAN DEĞİLDİ
İmparatorluğun son devrinde yetişen Refik Halid, Avrupai bir yazardı ve Batılı hayat tarzına sahipti. Hukuk tahsil etti, telgraf memurluğu ve gazetecilik yaptı. Liberal görüşleri olan Refik Halid’in kaleminde ideolojilere karşı bir mesafe görülür. Ne devrindeki meslektaşları gibi İttihad ve Terakki rüzgarına kapıldı ne de başka bir ideolojinin, partinin kalıplarına girdi. Bu yüzden yalnız bırakıldı ve sıkıntılar çekti. Yakın tarihte yaşananların canlı bir şahidi olan Karay, basın tarihinde yaşanan olayları çözdü, bunları edebi türlere ustalıkla uyarladı.
USTA KALEM
Gündeme göre bazen açıktan hakikati dile getirirken bazen de riskli meselelerde; “şöyle bir not yazmışım”, “elime bir haber dosyası ulaştı”, “filancadan duymuştum” gibi kurtulma payı barındıran metinler kaleme aldı.
Bazen olmadık isimler hakkında rüşvet-i kelam kabilinden övgüler yaptı. Mukayeseli okunduğunda bu övgülerin hiciv olduğu sonradan anlaşıldı.
Tezat sanatı yaptığını ancak eserlerini bütünüyle okuyanlar anladı. Bazı meseleleri öyle tasvir etti ki iki-üç tarafa çekildiği oldu. Bu da savaş yıllarındaki pek çok yazarda olan bir şeydi.
SULTAN ABDÜLHAMİD'E ATILAN İFTİRALAR
Ünlü edebiyatçının eserlerinde Sultan Abdülhamid devrinde gördükleri de dikkat çekicidir. Bu döneme dair hakkı dile getirme noktasında taviz vermedi; kalemiyle bazen ironiler yaparak bazen cahilliğe yatarak pek çok meseleye ışık tuttu.
Fikir hürriyeti taraftarı olan Refik Halid “Bir Ömür Boyunca” adlı hatıralarında İttihad ve Terakki devrine de yer verdi.
''Sultan Hamid’e atılan iftiralar'' bölümünden İttihatçıların nasıl bir propaganda yürüttüklerine anlatan Refik Halid Karay şunları yazıyor:
İstibdat devrinde -rejime bağlı, o yüzden gül gibi geçinen insanlar olmamıza rağmen- bizim evde de ara sıra bir Abdülhamit aleyhtarlığı havası esmez değildi, hele bir gün hepimiz çileden çıkmıştık; bakınız neden dolayı:
Ziyaretimize kışın daha az gelen bir yaz komşumuz vardı, sarıklı idi; Şehzadebaşı Camii müezzini idi, ama hali vakti yerinde, ev bark sahibi adamdı, biz asıl ismini bilmezdik, sadece “Hacı Hafız Efendi” derdik veya “San Hafız” da denilirmiş.
''ESKİ BİR JANDARMA ÇAVUŞU''
Suadiye Camii inşaatında beş para almadan didinircesine yıllarca kontrolörlük yapar, her tarafa koşar, zeki, hoş sohbet. Azıcık sinirli ve sert bir zat olan bu Hacı Hafız Efendi, o gün öğleden önceki bahçe sohbeti ziyaretinde, misafirler arasında hafiyelik edecek kimse bulunmadığına emniyet getirdikten sonra, dedi ki:
''Bilirsiniz ben her gün köyde ve civarda gezer, dolaşırım, dolaşmayı severim. Son zamanda yolumun üzerine kırçıl pos bıyıklı, saçı sakalına karışmış, perişan kıyafette bir adam çıkıverdi, avare avare dolaşan, dalgın dalgın bakınan meczup tavırlı biri. Merakımı yenemedim, ahbap oldum. Nihayet derdini anlattı ve ağlattı.''
Hepimiz kulak kesildik, dinliyoruz. Dinlediğimiz gerçekten tüyler ürpertici bir vaka, facia!
Adamcağız eski bir jandarma çavuşu imiş. Beşiktaş, yani Yıldız Saray Muhafızı 7-8 ismiyle tanınan ve Ali Suavi’nin katili olmakla meşhur Hasan Paşa’nın maiyetinde bulunmuş (çok yazıldı ama tekrarla: 7-8 lakabı Paşa’nın Hasan imzasını bile atamayacak kadar ümmî oluşundan ve eski rakamlarıyla “7-8”in “Hasan” kelimesine benzemesinden, onu çizebilmesinden konulmuştur) fakat daha önce bir konakta çalışmış, küçük beyin lalalığını etmiş, konak dağılınca jandarmalığa girmiş, çavuşluğa yükselmiş.
''BU ADAMLARI DENİZE ATACAKSINIZ''
İşte hikâyesi: Karanlık bir gece yarısı muhafızlık dairesinde telaşlı, esrarlı gidip gelmeler, gizli emirler, bir fevkaladelik. İskeleye de koca bir istimbot yanaşmış, bekliyor. Az sonra elleri kelepçeli, birbirlerine bağlı, kimi genç, kimi yaşlı, beş on kişilik bir kafile muhafızlık zindanından çıkarılmış, ölgün el fenerleri ışığı altında istimbota sokmuşlar bunları, jandarma çavuşunu da. Gemi açılmış, gidiyorlar, nereye? Başka bir vapura mı?
Hayır, Sarayburnu’nu geçmişler; Yassıada ile Hayırsızada ortasındalar, akıntının içinde bir emir:
“Bu adamları denize atacaksınız!”
Başlamışlar atmaya. Bizim jandarma çavuşu da emre uyanlar arasında. O karanlıkta bir tanesini tam atacağı sırada irkilmiş; bir ses:
“Lala! Lalacığım!” demiyor mu? Zira denizde boğacağı genç vaktiyle kucağında gezdirdiği, mahalle mektebine götürüp getirdiği pek sevdiği çocuk değil mi? Oracığa düşüp bayılmış, genci başka biri denize fırlatmış ve aklî muvazenesi bozulduğundan bu vaka üzerine çavuşu işinden çıkarmışlar. Şimdi, Hoca Hafız Efendi’nin gördüğü gibi yarı meczup köy köy dolaşıyormuş!
''PADİŞAHI LANETLEME''
“Hay Allah belalarını versin melunların! ” diye bir beddua ve arkasından padişahı lanetleme. Babam kederinden uzun zaman uyuyamadı, uykusuz geceler geçirdi; herkesin siniri bozuldu; ben ancak 16-17 yaşında idim- ihtilalci kesildim, verdim kendimi ihtilal tarihleriyle alakalı Fransızca kitaplara!
Sonra Hürriyet ilan edildi. Gazeteler -bu gibi hikâyelerle kulakları doldurmak için- ilanlar koydular: “İstibdat devrinde ailesinden akıbetleri meçhul kalmış kimseler varsa bildirsinler! ”
İNANDIK AMA
Bekledik, bekledik, bir tek kimse çıkmadı, bir tek isim verilmedi. Anlaşılan o çavuş gerçekten deli imiş, gördüm sandığı vaka, deli uydurması; bir manya nöbeti! Hoş, bir tarihte de insan kıyması bahsi gazetelere kadar geçmemiş mi idi? inananlar, inanıp da kıymadan tiksinenler bile olmuştu. Bizler de o delinin “suya insan atma” hikâyesine inanmamış mıydık?
Uzun zaman takvimlerde ne vakit “ilka-i salip”, yani Ortodoksların “suya haç atma” gününü okusam, hep o vakayı hatırlamaktan kendimi alamamıştım; sonraları unuttum bereket! Politikacının, yahut gazetecinin encamı karmakarışık hengâmesinde tesir yapacak bir şeytanlık idi bu.
Ötekine zaten kulak asmamıştım; asan da pek olmamıştı ya. Hangi asırda yaşıyorduk ve hangi yamyamlar ülkesinde? Yıkılan idare ne kadar kötü olsa, işi bu dereceye götüremezdi. O bir delinin değil, bir müzevirin kasıtlı marifeti olmalıydı.
Mamafih I. Dünya Harbi’nde Anadolu’nun ücra köşesinde bir kasap eline geçirdiği çocukları kesmiş, etlerini müşterilerine satmış, vaka meydana çıkınca herif ve yardımcı olanlar hepsi asılmıştı; bunu gazetelerde o zaman okumuştuk, koleksiyonlar karıştırılırsa bulunur.
Ne korkunç şeyler olmuştu, harpte… Harbi bırakalım da sulh zamanına geçelim.” (Bir Ömür Boyunca, sf. 269-272)