İspanya’ya doğru! Abdullah ibni Zübeyr Hazretleri, Kuzey Afrika’nın İslâm toprakları olmasında öncü rol oynamıştır

Kuzey Afrika’nın fethi için Hazret-i Osman’ın vazife verdiği kumandanlardan Abdullah ibni Sa’d vardığı yörenin valisi Cercis karşısında zorlanır. Yardıma gelen Abdullah bin Zübeyr dâhice bir plan hazırlar...
ÖMER ÇETİN ENGİN / İLAHİYATÇI - Amr bin As (radıyallahü anh) Mısır’ın fatihidir.
Ancak Hazret-i Osman ona yanı başında ihtiyaç duyar, müşavir yapar. Mısır’a da genç ve gayretli mücahidlerden Abdullah ibni Sa’d bin Ebi Serh’i yollar.
Abdullah ibni Sa’d Kuzey Afrika’da güzel bir hava yakalar, eğer izin verilirse Atlas Okyanusu’na dayanacaktır, çıkacaktır İspanya’ya. Hazret-i Osman mevzuyu istişareye açar, eshabın ileri gelenleri teklifi “yerinde” bulur ve aralarında çok sayıda sahabenin de yer aldığı bir orduyu takviye yollarlar. Abdullah bin Nafi bin Abdulkays ve Abdullah bin Nafi bin Husayn komutasındaki kuvvetler, Abdullah ibni Sa’d ile buluşurlar, batıya doğru uzanırlar. O günlerde Trablus’tan Tanca’ya kadar olan bölgeyi Romalılardan sorarlar, ki yöre valisi Cercis (Gregorios) güç bakımından imparatorlara fark atar. İslâm ordusunun topraklarına doğru ilerlediğini duyunca 20 bini süvari olmak üzere 120 bin kişilik bir ordu hazırlar. Bunlar eğitimli, disiplinli ve acımasızdırlar.
ÖDÜL KONUNCA...
Cercis başkent Subeytula’ya bir günlük mesafede ordugâhını kurar, Müslümanları sahrada karşılar.
Abdullah ibni Sa’d birkaç adamıyla Cercis’in çadırına gider ve “ya İslâm’ı kabul edin kardeş olalım” der, “ya da bayrağımız altında yaşayın, sizi koruyup kollayalım.”
Cercis bir avuç cengaverin koruma teklifine gülüp geçer “peki sizi benden kim koruyacak” diye sorar. Hasılı görüşme gergin geçer, kılıçlar kınından çıkar.
Romalılar savaşı bile keyiflerine göre yapar, öğleye kadar çılgınca vuruşur, paydos borusu öttü mü iki elleri kanda olsa dövüşü bırakır, yemeklerini yer, uyuyacak gölge ararlar. Yani bir nevi ‘siesta’.
Kaylule gibi bir adetleri olduğu için bu Araplara da uyar, güneşin kızgın anlarında çadırlarına çekilir, yarına hazırlanırlar.
Cercis başlangıçta bu küçük orduyu ciddiye almaz ama rehaveti pahalıya patlar. Bakar kayıplar artıyor, Abdullah ibni Sa’d’ın kafasını getirene yüz bin dinar ve biricik kızını vereceğini açıklar.
Ortalık bir anda kafatası avcısıyla dolar, Tekfurun dünyalar güzeli kızı için gözünü karartan haydutlar tuzak üstüne tuzak kurar.
Abdullah ibni Sa’d ihtiyatlı davranmak zorunda kalır, kıyafetini değiştirir, yüzünü saklar ve uluorta insan içine çıkmaz. İyi de komutan dediğin meydanda gerektir, saklanarak savaşmak nereye kadar?
KENDİ SİLAHIYLA!
Bu arada, ordunun Medine ile olan irtibatı kopar, gelgelelim Müslümanların sıkıntısı Hazret-i Osman’ın içine doğar. Abdullah ibni Zübeyr komutasında bir birliği Afrika’ya yollar. İbni Zübeyr savaş mahalline varır, Abdullah ibni Sa’d’ı ortalıkta göremeyince sebebini sorar. Ona Tekfurun ödüllü ilanını anlatırlar. Abdullah ibni Zübeyr, Abdullah ibni Sa’d’ı bulur ve “iyi ya” der, “aynı ilanı sen de Cercis için yapsana!”
- Ama benim kızım yok ki versem!
- Canım olsa bile bir mümine kardeşimiz ödül olmaz.
- Ortaya ne koyacağız peki?
- Elbette Cercis’in kızını. Nasıl olsa babası ölünce esirimiz olacak.
- Ya 100 bin dinar?
- Hiç düşünme. Savaşı kazanalım ganimet milyonu aşar.
BASKIN BASANIN!..
Ve dediği gibi de olur, Cercis’in kafasına ödül konunca nasıl panikler anlatılamaz. Kapısındaki muhafızlar bile kendisine kızarmış pilice bakar gibi bakar. Vali uykuyu dağıtır, en yakın adamlarından şüphelenmeye başlar. Kimseyle görüşmez, konuşmaz, uyuyamaz en ufak tıkırtıdan sıçrar. Toplantılara katılmadığı için komuta kademesinde irtibat aksar.
Abdullah ibni Zübeyr yarım gün savaşma geleneğinden de istifadeye bakar. O gün en seçme askerlerini kenara ayırıp dinlendirir ve Rumların yatıp uyumalarını bekler sabırla. Güneş devrilip de gölgeler uzayınca karargâhlarını basar. Mücahidler adeta ok gibi merkeze dalar, Rum kumandanı Cercis’i öldürür, prensesi esir alırlar.
Abdullah ibni Sa’d sözünde durur ama Cercis’i öldüren cengâver ortaya çıkmaz. Ödüle hak kazananı bulmak için prensesle konuşurlar, kız hiç tereddüt etmeden Abdullah ibn-i Zübeyr’i gösterir “işte o” diye fısıldar. Belki de kanı kaynadı kim bilir, nurani çehresi vardır zira. Ancak büyük sahabenin parayla pulla, kadınla kızla işi olmaz, o mükâfatı dünyada almaktan korkar. Hâl böyle olunca esireyi ganimetlerle birlikte Medine’ye yollarlar.
BATI’DAN İSTANBUL’A...
Yeri gelmişken açıklayalım, Abdullah İbn-i Sa’d’ın eline hadsiz hudutsuz para geçer, her mücahide bir ömür yetecek kadar dinar dağıtırlar.
Artık Afrika’da İslâm ordularının önünde engel kalmaz, Hazret-i Osman bir an önce İspanya’ya geçmelerini emir buyurur. Zira o günlerde Muaviye bin Ebî Süfyan’ın (radıyallahü anh) Suriye sahillerinde hazırlattığı donanma deryaya açılmıştır, Rumlar ve İtalyanlar Bahr-i Sefid’de (Akdeniz’de) dolanamaz olurlar. Ardından Hazret-i Muaviye Kıbrıs’ı alır, Müslümanlara üs yapar. Eğer bir güç de İspanya’dan yola çıkarsa, hele hele Balkanlarda mevzi tutarsa İstanbul dayanamaz. Bizans Avrupa’dan yardım almadıkça ayakta kalamaz.
Üç aşağı beş yukarı öyle olur. Ama bir başka bahara...