Ahmet bin Asım Antâkî, Antakya'da yaşayan bir Allah adamı... Bir gün çarşıya çıkmıştı. Tanıdığı bir kasap dükkanının önünden geçiyordu ki, durdu ve dikkatle baktı içeriye. Soyulup asılmış bir koyun gövdesi vardı çengelde. İçeri girip selam verdi. - Kolay gelsin evlat. - Hoş geldin baba. O çengelde asılmış koyunu gösterdi eliyle. - Şu koyun bir şeyler diyor bana. Adam irkildi. O anda bir suçluluk hali çöktü üzerine. Belli ki yanlış bir iş yapmıştı. Korkuyla sordu hemen: - Koyun ne diyor baba? - Ben leşim diyor. Korktuğu başına gelmişti. Kızardı, bozardı ve mahcup bir eda ile mırıldandı: - Ben leşim mi diyor? Besmelesiz kesilmişti - Evet evladım. "Beni Besmelesiz kestiler" diyor. Utancından bayılıp düştü. Ayıldığında itiraf etti suçunu. Ancak bu son oldu artık. Bir daha yeltenemedi böyle bir şeye. *** Bir gün de yeni evli bir talebesi geldi huzuruna. Ancak üzüntülüydü. Mübarek zat anlayıp sordu hemen: - Hayırdır evladım, üzgün gibisin. - Evet hocam. Hiç iyi değilim. - Neden? - Hanımla geçinemiyoruz. O çok huysuz. Bense çok sinirliyim. - Eee, ne düşünüyorsun peki? - Onu boşayacağım. Mübarek acıyarak baktı gence. - Değmez evladım, boşama sakın. Genç şaşırmıştı - Neden hocam? Büyük Velî, başını öne eğip yumdu gözlerini. Tefekkür eder gibi yaptıktan sonra kaldırdı başını: - Kalbime öyle geliyor ki, fazla bir ömrün kalmadı senin. Genç heyecanlandı. - Nasıl yani? Fazla yaşamıyacak mıyım? Üzgün bir tavırla cevapladı mübarek: - Maalesef az bir günün kaldı bu dünyada. Gencin eli ayağı soğumuştu. Korkuyla sordu: - Ne kadar kaldı yani? - Bir ay kadar. Büyük zat, böyle mahsus söylemişti. Ama genç, hocasının kalp gözü açık bir Velî olduğunu ve boş konuşmıyacağını iyi biliyordu. Elini öpüp mahzun halde ayrıldı huzurundan. Sonra mı? O günden sonra gül gibi geçindi hanımıyla. Melek gibi olmuştu.