İnsanlar, mahşer gününün sıkıntısından kurtulmak için Resûllere mürâcaat edip herbirinden şefaat isterler. Lâkin herbiri diğerine sevk eder onları. En son "Habîbullah"a gelir, şefaat için yalvarırlar: - Ey Allahın Habibi, şefaat et ki, başlasın hesabımız. Efendimiz kabul eder: - Peki, Rabbim izin verirse ben şefaat ederim. Sonra kalkar, izzetle Arş-ı âlâya varır. Orada, bin senelik bir secdeye kapanır. Rabbini, bir mükemmel hamd ve senâ eder ki, Bu, ondan gayri hiçbir kimseye nasîb olmamıştır. O an ehl-i mahşerin hali pek fenâdır. Çekilen zahmetleri anlatmak mümkün olmaz. Nasıl mı? Vâveylâ! Vâsebûrâ! Çoklarının haram yoldan kazandıkları mallar, o gün, boyunlarında birer "halka" olmuştur. Ve öyle ağırlaşır ki, "büyük dağ" olur sanki. Feryât ve figânları gök gürlemesini andırır. - "Vâ veylâ! Vâ sebûrâ!" diye feryât ederler. Onların feryâdına, yer gök dayanmaz. Ya zekâtı verilmeyen mallar? Onlar da koca bir "yılan" olup, sahibinin boyunlarına dolanır. Öyle ağırlaşır ki, "değirmen taşı" gibi olur. O kimse feryât edip, bağırır ki: - Bu nedir? Melekler cevap verirler: - Zekâtını vermediğiniz mallardır. Bâzıları vardır ki, avret mahallerinden, kan, cerâhat ve irin akar. Tahammülü imkânsız pis kokuları vardır. Bunlar kimlerdir? Kimler mi bunlar? Zinâ yapan erkek ve kadınlardır. Bir kısmının dilleri, sarkmıştır böğürlerine. Bunlar mı? İftirâ edenlerdir. Velhâsıl Resûlullah secdedeyken, Rabbimizden hitap gelir: - Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır ve şefâat eyle. Söyle murâdını ki kabul edeyim. Resûlullah başını secdeden kaldırıp yalvarır: - Yâ ilâhî, kulların arasından iyi ve kötüleri ayır ki, günahlarıyla rezîl rüsvây oldular bu meydanda. Artık bu azâba tahammülleri yoktur. Efendimizin şefaatini Hak teala kabul eder. Sonra mı? "Mîzân" kurulur ve ehl-i mahşer izdihâmdan kurtulur. Lâkin kâfirlerin işi zordur. Zira girecekleri Cehennemin azabı yanında bu sıkıntılar, denize nazaran damla bile değildir.