Şeyh İsmail İzzettin Efendi, Adapazarı'nın Hendek ilçesine bağlı Şeyhler köyünde yaşadı. Kabri de oradadır. Osmanlı ordusu, bu köyün yakınlarında mola verdi bir gün. Komutan çağırdı bir eri. - Evladım, şu ilerdeki köye git. Yiyecek bir şeyleri var mı diye sor bakalım! - Başüstüne komutanım! Yolda sevimli bir ihtiyara rastladı. - Bey amca! Bu yakınlarda bir köy varmış. Uzakta mı? İhtiyar eliyle işaret etti. - Hemen şu yakında. Niçin soruyorsun? - Beni kumandanımız gönderdi. Erat için yiyecek var mı diye soracaktım. - Asker evladım, var git kumandanına selam söyle. Merak etmesin. Ben şimdi gider, istediği şeyleri getiririm. Yiyecek birşeyler hazırla Ve koştu eve. - Hanım, yiyecek bir şeyler hazırla çabuk! - Hayrola bey, misafir mi var? Kaç kişiler? - Canım şöyle birkaç kişilik olsun işte. Kadıncağız bir ufak tencere pilavla birkaç adet çöreği bir çıkın yapıp verdi beyine. - Bunlar yeter mi? - Yeter yeter. Bir eline o çıkınla bir güğüm ayranı, bir eline de bir torba arpayı alıp geldi kumandana. - Paşam! Askerin için yiyecek getirdim. Bu da atlar için. Kumandan bir ihtiyara baktı, bir de getirdiklerine. Güldü tabii. "Allah Allah. Bu adam benimle alay mı ediyor?" diye geçirdi içinden. Bu yemek kime yeter? - Baba! Şuncağız yemek koca bir orduya yeter mi? - Korkma beyim. Yeter de artar bile. Ve devam etti. - Haydi, bekletme eratı. Bak soğuyor yemekler. Kumandan, "Hayırdır inşallah" deyip çıktı çadırdan. İhtiyar da arkasından. Tabağını alan geldi bu zatın önüne. O, Besmele ile bir kepçe pilavla bir çörek koydu her bir erin tabağına. Birer tas da ayran tabii. Binlerce asker, yedi, içti ve doydular. Bir torba arpa da atlar için kâfi gelmişti. Sevimli ihtiyar izin alıp giderken, kumandan seslendi: - İsminizi bağışlar mısınız? - Mühim değil. - Lütfen, yalvarırım. - Bana "Şeyh İsmail" derler bu havalide. Ve kayboldu gözden.