Hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin, ve Abdullah bin Câfer, uzun bir sefere çıkmışlardı. Biraz sonra yorulup mola verdiler. Üçü de acıkmıştı. O yerde bir kadın görüp sordular - Yiyecek bir şeyin var mı? Tereddütsüz cevap verdi: - Var var... Tek koyunu vardı. Hemen kesip doyurdu onları. Aradan yıllar geçti. Bu kadıncağız fakirleşmiş, maîşet için, Medîne'ye gelmişti. Hazret-i Hasan bir görüşte tanıdı kadını. Tabii o günkü fedakârlığını da. Ona ne verdi biliyor musunuz? "Bin koyun"la, "Bin altın". Sonra kardeşi Hüseyin'e gönderdi. Hazret-i Hüseyin sordu: - Hasan ne verdi sana? - Bin koyunla, bin altın. Bana bin altın getir! Hemen emretti hizmetçisine. - Bana bin altın getir! - Derhal efendim. O bin altını kadına verip, bin adet de koyun vereceğini vaad etti ve Abdullah bin Câfer'e gönderdi. O da sordu kadına: - Hüseyin ne verdi sana? - Bin altınla bin koyun. - Pekâlâ. O da bin altınla bin koyun verip, gönderdi kadıncağızı. Bu, bir vakıa. Masal değil. *** Bir gün hazret-i Hasan, evinde ağlıyordu. Sordular: - Niçin ağlarsınız? Derinden bir "Aaah!" çekti. Yazıklar olsun! - Bize yazıklar olsun. - Ne oldu? Niye Ah edersiniz? - Daha ne olsun. Yedi gündür misafir gelmedi hanemize. *** Hazret-i Hüseyin, bir gün namâza duracaktı. Seccadenin üzerinde titremeye başladı. Sordular: - Neden böyle titrersiniz? - Rabbimin huzuruna çıkacağım, nasıl titremiyeyim. *** Hazret-i Hasan da namaza duracağı zaman korkudan titrer ve şöyle derdi: - Allahü teâlânın dağlara arz ettiği, fakat dağların bile kabûl edemediği "Kulluk" vazifesini yapmak üzereyim. Bilmem ki lâyıkıyla yapabilecek miyim?