Belh Padişahı İbrâhim Edhem, altın işlemeli tahtında uyurken, birtakım tıkırtılar duyup uyandı. Kulak kabarttı, sesler damdan geliyordu. Fırlayıp çıktı dama. Tanımadığı bir adamla karşılaştı. - Heey! Sen kimsin? - Yabancı değilim. - Ne arıyorsun burada? - Devem kayboldu da, onu arıyorum. Fena halde canı sıkılmıştı. - Ey şaşkın, hiç damda deve aranır mı? Meçhul şahıs cevabı yapıştırdı: - Asıl şaşkın sensin ki, altın taht ve ipekli yumuşak yataklar içinde Rabbini arıyorsun. Bu, daha garip değil mi? Ve kayboldu gözden. İbrahim Edhem'in kalbine korku geldi. Bunu, bir ikaz-ı ilahi sayıp, çeki düzen verdi kendine. Ne ararsın burada? Bir gün de, sarayında ziyafet veriyordu. Devlet erkânından da kalabalık bir heyet hazır bulunuyordu. İbrâhim Edhem, kendine mahsus şatafatlı yerine henüz oturmuştu ki, heybetli biri girdi saray kapısından. Nöbetçiler, onun heybetinden çekinip (Sen kimsin?) diye soramadı bile. Bu garip zat, sağa sola bakmadan, doğruca gidip, hükümdarın karşısına dikildi. İbrahim Edhem karşısında bu pervasız kişiyi görünce fena halde canı sıkıldı. - Kimsin, ne ararsın burada? - Yolcuyum, bu handa konaklamak istedim de. İbrâhim Edhem sesini yükseltti: - Be adam burası han değil, saraydır saray! Heybetli zat sordu: - Peki, senden önce kim vardı bu yerde? - Babam. Bu nasıl saray? - Ondan önce kim vardı? - Filânca hükümdar. - Ondan önce? - Falan sultan... Böylece geçmiş padişahların birçoğunu saydırdıktan sonra sordu: - Bu sultânlara ne oldu? - Hepsi öldüler. O zat taşı gediğine koydu: - Bu nasıl saray ki, insanların biri gelir biri gider. Böyle olan yerlere, saray değil, "Han" denir. Sonra ekledi: - Ey İbrâhim, kendini aldatma. Gün gelir, sen de göçersin bu yerden. Ve sür'atle çıkıp gitti. İbrahim Edhem çok duygulanmıştı. Ardından yetişip sordu. - Sahi, sen kimsin? - Hızır'ım.