Allah adamlarından bir büyük zat. Muhammed Sıbgatullah... 1600'lü yıllarda, Hindistan'da yaşamış. Gönüllere feyiz saçmış. Bir gün sorarlar bu zata: -Kötü huylu insan nasıl olur? Cevap verir: -O, herkesi kötü bilir. Nankör ve merhametsizdir. Öyle ki, Kötülük yapmaktan zevk alır. Sonra bir menkıbe anlatır. Menkıbe şöyle: Vaktiyle iyi kalpli biri, çıkar evinden. Bir dostunu ziyarete gider. Yolda acıkır. Bir fırından ekmek ister. Ancak parasını evde unutmuştur. Ne yapsın. Söyler durumu: -Üzerime para almamışım. Sonra versem olur mu? Fırıncı, kötü huylu Fırıncı kötü huylu biridir. Merhametsizdir. İnanmaz adama. İçinden de: -Bıktım bu yalancılardan der. Bir ekmeğin içine zehiri doldurur, zavallıya verir. Bir şeyden haberi yoktur garibin. Zehirli ekmeği alıp ayrılır. Az ilerde rastlar genç birine. Askerliği bitmiş, dönüyormuş evine. Gencin çok aç olduğunu öğrenir. Ekmeğini ona verir. Gönül rahatlığıyla devam eder yoluna. O genç mi? Ekmeği yer, eve gider. Gider ama, Başlar zehirin tesiri. Zangır zangır titrer her yeri. Merak ve telaş Ev halkı merak ve telaş içindedir. Zira genç, ölüm döşeğindedir. Ne yapacaklarını bilemezler. Genç, son nefeslerini verirken, usulca mırıldanır: -Yolda ekmek aldım birinden. Ne olduysa, onu yedikten sonra oldu. Genç, o fırıncının oğluydu. Fırıncı, bunu duyunca başlar dövünmeye: -Eyvaah! O zehiri ben koymuştum ekmeğe. -Aah, ben ne ettim. Oğlumu kendi elimle zehirledim. Bin pişmandır. Ama ne fayda. Ne kadar pişmân olsa, Ne kadar üzülse de içten, Artık faydasız. Zira, geçmiştir iş işten...