Hz. Ebû Bekir'in "radıyallahü anh" yanına biri geldi bir gün. - Yâ Ebâ Bekr, çok sıkıntıdayım. - Hayırdır, nedir derdin? - Acilen onbin akçeye ihtiyacım var. Hz. Ebu Bekir üzüntüsünü bildirdi. - Yardımcı olmayı çok isterdim ama şu an için mümkün değil. - Neden üstadım? - Bütün servetimi fakirlere dağıttım. Dünyalık hiç birşey kalmadı elimde. Adam büktü boynunu. - İyi ama senden başka gidecek kimsem yok ki benim. Ne olur, bir şeyler yap da kurtar beni bu dertten. Mübarek dayanamadı yine. Kalkıp gitti zengin bir Yahudiye. Ödünç istedi ondan - Bana onbin akçe ödünç verebilir misin? - Veririm ama bir şartla. - Nedir şartın? - Üç gün sonra ödeyeceksin. - Olur, öderim inşallah. - Ya ödeyemezsen? - Ödeyemezsem köle olurum sana. Ya çalıştırırsın beni, ya da satarsın. - Tamam, o zaman anlaştık. Yahudiden onbin akçeyi alıp verdi o fakire. Ancak üç gün içinde o kadar akçeyi temin edemedi. Sözünü yerine getirmek için çıktı evden. Ama kızı Hz. Aişe çok ağladı arkasından. Akan gözyaşlarından irice bir "Mücevher" yarattı Hak teala. O bunu görünce çok sevindi. Koşup yetiştirdi o mücevheri babasına. - Babacığım bunu sat da, öde borcunu. Kızından o mücevheri alıp kuyumcuya gidiyordu ki, Hak teala emretti Cebrail'e: Çabuk yetiş Ebu Bekir'e! - Yâ Cebrail! Cennet hazinesinden "Onbin altın" alıp yetiş Ebû Bekir'e. O altınlarla satın al onun elindeki mücevheri. Hz. Cibril herhangi bir insan şekline girip bir anda geldi Ebu Bekir'in yanına. - Yâ Ebâ Bekr! O elindekini bana satar mısın? - Olur, satarım. - Onbin altına alırım onu. - Peki, ben de sattım. Onbin altını alıp gitti o Yahudiye. Yehudi, altınları görünce çok şaşırdı. Niye mi? Çünkü dünyâ altınlarına benzemiyordu. Ön yüzünde "İhlas-ı şerif", arkasında "Kelime-i tevhid" yazılıydı. Çok duygulandı. Kalbinde tatlı tatlı birşeylerin dolaştığını hissetti. Ve oracıkta haykırdı şehadeti. Peki ya o altınlar? Allah yolunda dağıttı hepsini.