Hazret-i Ömer "radıyallahü anh" halife iken, İran taraflarından bir grup müslüman geldi huzuruna. - Ey halife! - Buyurun kardeşlerim. - İranlı eşkiyâlar yol kesip, müslümanlara zulüm yapıyorlar. Halife hiddetlendi. - Öyle mi? Pekâlâ! Ve bir grup asker gönderdi oraya. İslam askeri, düşmana ilk teklifi yaptılar: - Müslüman olun! - Hayır, müslüman olmayız. - Öyleyse cizye verin! - Cizye de vermeyiz. Artık vebal kalmamıştı. Kuvvetli bir savaşa tutuştular. Allahın yardımıyle zafer kazanıldı. Hesapsız ganimet alındı. Fakaaat... Mallar içinde, bir "Kutu" vardı ki, "İnci" ve "Mücevher"le doluydu içi. Başkumandan, verdi onu bir ere. - Al bunu, Halifeye götür! - Başüstüne. - Sorarsa, hediyedir dersin! - Peki efendim. Ve yola çıkıp Medine'ye vardı o er. O geldiğinde, Halife fakîrlere ziyâfet veriyordu. Üstelik bizzat kendisi dağıtıyordu yemekleri. Yemek bitince, eri görüp çağırdı. - Kim gönderdi seni? - Başkumandan Mesleme. Koluna girip evine götürdü. İçeride tek minderle bir kilimden başka sergi yoktu. Eri mindere oturttu, kendisi kilime. Az sonra sofra geldi. Zeytinyağı, tuz, ekmek... Ne mi vardı sofrada? Zeytinyağı, tuz ve ekmek. Yemekten sonra, er çıkardı cebinden kutuyu. Halife sordu: - Nedir o? - Kumandanım size gönderdi. Alıp açtı. İnci ve mücevherleri görünce benzi attı Halifenin. - Bunu niçin gönderdi? - Hediye olarak. Başladı ağlamaya. - Hak teala bize İslâmı bahşetti. Bundan büyük nimet var mıdır? Kutuyu iade etti. - Kabûl edemem. Siz Ömer'i yakmak mı istersiniz? Götür de dağıtsın mücahitlere. Ve tembih etti: - Söyle ona, bir daha böyle şey yapmasın! Gazilerin hakkını Ömer'e yollamasın! Ve mırıldandı sessizce: - Yoksa o da yanar, ben de.