Mus'ab bin Umeyr'i "radıyallahü anh", bizzat öz babası, karanlık bir mahzene tıkmış işkence ediyordu. Niye? Müslüman oldu diye. Başka? Dininden dönsün diye. Ama hayır. Hiçbir şey onu dininden döndüremeyecekti. Döndüremedi de. Adam çaresizdi. İşkence kâr etmeyince, alttan aldı bu sefer. - Bak oğlum, cahillik etme. Muhammed'i inkâr et. Sen ki, bu şehrin en akıllı genciydin. Ne oldu sana? Ona nasıl kandın? Hz. Mus'abın tek cevabı vardı: "Lâ ilahe illallah Muhammedün resulullah" ? Zindan ve işkence!.. Tabii yeniden zindan, tekrar işkence. Bir gün saatlerce kırbaçlayıp, yüzünü kumlara sürttü. Elleri kabarasıya değnek vurdu. Ve kızgın kayalara bağlayıp, terketti sahraya. Ama Mus'ab, bir yolunu bulup çözdü urganlarını. Ve koştu Efendimize. Ama babası pes etmedi. Şehirde bir nevi ambargo uyguladı ona karşı. Hz. Mus'ab için anne baba yoktu artık. Aile, akraba, komşu yoktu. Ama, "Allah" vardı "celle celalüh". Allahın Habibi vardı. Müminler vardı. ? Efendimizi özledi... Bunlar da yetiyordu ona zaten. Nihayet Habeşistan'a hicret etti. Ama bir süre sonra Efendimizi özledi. Burnunda tüttü adeta. Ve dayanamadı. - Ölümse ölüm! deyip düştü yollara. Şehre girdiğinde, Efendimiz Hz. Ali ile bir kenarda oturmuş sohbet ediyordu. Onu uzaktan görünce hüzünlendiler. Mübarek gözleri yaşla doldu. Neden mi? Çünkü üzerinde, iplikleri sökülecek kadar eski, yamalı bir elbise vardı. Hazret-i Ali'ye dönüp, - Kalbini, Allahü teâlânın nurlandırdığı şu kimseye bak, buyurdular. Anne ve babasının, ona en iyi yiyecek ve içecekleri verdiğini bilirim. Ama Allah ve Resulünün sevgisi uğruna ne hale gelmiş.