"Çandarlı Kara Halil Paşa", İznik toprağını nurlandıran bir Allah dostu. Bu mübarek zat, Orhaniye medresesinde talebe idi ki, bir gün "Sultan Orhan" geldi o medreseye. Kendisini kapıda karşıladılar: - Buyurun sultanım, hoşgeldiniz. - Hoşbulduk. Baş müderrisle görüşecektim. Edeple arz ettiler: - Namaz kılıyor sultanım. Hemen çağıralım. Sultan eliyle olumsuz işareti yaptı. - Hayır, olmaz! Rahatsız etmeyin. Biz bekleriz. Evet, yanlış okumadınız. Bir Osmanlı Padişahı, medreseye gelmiş, baş müderrisle görüşmek için makamında onu bekliyor. Hani bugünkü tabirle, bir devlet başkanı, bir üniversiteye gitmiş, rektörle görüşebilmek için, odasında onu bekliyor. Osmanlıda ilim böyle kıymetliydi işte. Aynen şunun gibi: Zamanın sultanı, büyük alim "İmam-ı Buhari" hazretlerine, dînî bir mesele soracaktı bir gün. Emretti bir adamına: - Git, İmam'ı çağır gelsin! Ondan dînî bir mesele soracağım. - Başüstüne hükümdarım. Adam gidip çaldı kapıyı. İmam çıktı kapıya. - Buyur evladım. - Efendi hazretleri! Hükümdarım sizi çağırıyor. - Hayırdır? - Bir dînî mesele soracakmış sizden. İmam kabul etmedi bu teklifi. - İlmi zelil edemem evladım. Memur şaşırmıştı. - Anlayamadım efendim. Buyurdu ki: - İlim kutsaldır evladım. İlim ayağa çağrılmaz. İlmin yanına gidilir. Sultan bizden bir şey öğrenecekse, buraya gelmelidir. Böyle arzedin kendisine Durum Sultana bildirilince, gayet makul gördü o da. İmam'ın huzuruna bizzat gidip sordu soracağını. *** Neyse, mevzumuza dönelim. Orhan Gazi bir müddet bekledi müderrisi odasında. Sonra görüşüp sohbet ettiler. Ve rica etti müderristen: - Hocam, yakında bir gazaya çıkacağız. Bize, yol boyunca danışacağımız, sorup fetva alacağımız bir âlime ihtiyacımız vardır. Baş müderris "Alaaddin Esved" hazretleriydi. - "Başüstüne sultanım!" dedi. Ve gözlerini talebe üzerinde gezdirip, "Çandarlı Kara Halil"i işaret etti sultana. - Şu talebeyi götürebilirsiniz. Evet, henüz medrese talebesi olan Kara Halil, bütün bir sefer müddetince müşavirlik yaptı sultana. Padişah, onun onayını almadan kalkışmadı bir işe.