Abdürrezzak Ali Efendi, 1800'lü yıllarda Erzurum'da yaşamış, feyiz saçmış insanlara. Bir gün yolda giderken bir Hıristiyana rastladı mübarek. Adam üzüm götürüyordu pazara. Bir şarapçıya satacaktı onları. Büyük zat durup, bir teklifte bulundu Hıristiyana. - Bu üzümleri bana satsana. Adam şaşırdı. - Neden sana satacakmışım? - Üzümler öyle istiyor da ondan. - Üzümler mi öyle istiyor? - Evet ya, onlar istiyor. Adamın kafası karışmıştı. - Ne diyorsun yahu? Kim, ne istiyor? - Şu üzümler bana satılmayı istiyorlar. Haydi sat onları bana. Bu defa sinirlendi iyice. - Git be adam. Üzüm konuşur mu hiç? - Konuşuyorlar işte. "Şarap olmak istemiyoruz" - Ne diyorlar peki? - Bu adam bizi bir şarapçıya satacak. Bizse şarap olmak istemiyoruz. Ne olur satın al da kurtar bizi diyorlar. Hıristiyan donup kalmıştı. Rengi kül gibi oldu. Ve bayılıp yere düştü oracıkta. Ayılınca seve seve müslüman oldu. Yakınları sordular: - Niçin müslüman oldun? Dedi ki: - Benim bu niyetimi kimse bilmiyordu. Bu zat bildiğine göre, dini haktır diye düşündüm ve imanla şereflendim. Ve ilave etti. - Siz de iman edip, kurtarın kendinizi sonsuz Cehennemden! *** Mübarek güler yüzlü idi. Çatık kaşlı olarak kimse görmedi onu. Bir gün sordular bu zata: - Mümin nasıl olur hocam? Buyurdu ki: - O, yumuşak halı gibidir. - Nasıl yani? "O, ekmek ve su gibidir" - Yumuşacık bir halıda çıplak ayakla dolaşan bir kimsenin ayakları incinir mi? - İncinmez tabii. - İşte halis müminden de hiç kimse incinmez. O, ekmek ve su gibidir. Her zaman ihtiyaç duyulur ona. - Başka hocam? - Daima güleryüzlüdür. Ama yüzü gülse de kalbi mahzundur onun. Ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile gizler kalbindeki hüznü. Gündüz, insanları ferahlatmak için gülse de, geceleri akıbetini düşünüp ağlar. Gözyaşlarından bir mendil ıslanır her gece. Ve şöyle bitirdi sözlerini: - Mümin, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen insandır.