Sene 2064 diyelim…

A -
A +

Tam 40 yıl sonra…

 

Kuvvetle muhtemel ben de dâhil şu an kırk yaş üstü milyonlarca kişinin yarıdan fazlası olmayacak! Ölmüş olacağız. Şu an 20 yaşında olanlar artık yaşlı, çocuk olanlar olgun, bebekler orta yaşta olacaklar…

 

Şimdi soracaksınız. Meryem Hanım hayırdır, canımızı mı sıkmaya çalışıyorsun diye.  Tabii ki hayır. Hadi sizin canınızı sıkmak istedim, kendi canımı niye sıkayım ki? Ama hiç kimse zamana güvenmesin demek istiyorum… Zaman acımasızdır. Zaman güvenilmezdir. Zaman elle tutulmaz, gözle görülmez, soyut bir makinedir ve hepimiz içindeyiz. Bizi günbegün değirmen gibi öğütür zaman ve günün birinde şaşar kalırız son hâlimize.

 

40 yıl sonra bugün yirmili yaşlarda olan iki çocuğum evlenmiş, büyük ihtimalle torunlarım bile 30 yaşında olacaklar. Ben çoktan kara toprağa karışmış olacağım. Ben dediğime bakmayın, dilim varmıyor ama maalesef büyük ihtimalle siz de! İnşallah siz ölmemiş olursunuz demek istiyorum ama ölümün elinden kim kurtulmuş?

 

Can Yücel… İlk MEB Bakanlarından Hasan Ali Yücel’in oğlu olan şair ve eleştirmen.

 

Adam tipik solcu. Sol edebiyatı da solcuları da sevmem. Solcuların da büyük çoğunluğu bizi sevmez zaten. Bizim ruhumuzun, iklimimizin edebiyatı değildir sol edebiyat. Ama tek tük de olsa gülümseten, düşündüren, nadir de olsa kendini sevdiren ürünler çıkar karşımıza.

 

İşte geçen gün kardeşimle hararetli bir edebî sohbet yaparken bana Can Yücel’den bir şiir okudu. Şiirin muhtevası aslında insanın zaman yolculuğu. Zamanın elinde insanın nasıl da şekilden şekile girdiği. Haydi hep birlikte gülümseten bu şiire bakalım ve biraz kendimizi de o masaya oturtalım:

 

“20 YAŞ 35 YAŞ 40 YAŞ VE BUGÜNKİ BEN

 

-Şunları bir araya toplayayım. Bir güzel muhabbet edelim- diye düşündüm.

 

Mutfak işinden de anlarım.
Donattım sofrayı.
Bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim.
Bayağı da para gitti.

 

Birinin yediğini öbürü yemez.
Ötekinin içtiğini beriki içmez.
Dört kişilik sofra kurdum.

 

Mumları da yaktım.
Bak hepsi, Erick Satie severdi.
Hatırladım.
Müziği de ayarladım.

 

Geldiler.

 

20 yaşında ben,
35 yaşımda ben,
40 yaşımda ben ve
bugünkü ben dördümüz.

 

Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum.
40 yaşımın karşısına da ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

 

Yatıştırayım dedim.
-Sen karışma moruk- dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

 

Evin de içine ettiler.

 

Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine…”

 

Peki 40 yıl sonra, ölmez isek yani, ihtiyar hâllerimizin son demlerinde bugünkü kendimizi, dünümüzü tanıyıp, hatırlar mıyız? Ne dersiniz?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Yalınız Efe21 Haziran 2024 12:11

Anladım işi, sanat Allâh'ı "Celle celalühû" aramakmış, Heyhat! Gerisi sadece çelik çomakmış... (Necip Fazıl KISAKÜREK)