İmânın şartı altıdır ve bunlar, kesin olarak inanılacak temel esaslardır. Bu altı şarta inandım demekle hâsıl olan îmânın devam etmesi için, emredilen ibâdetlerin farz olduğuna ve yasak edilenlerin de harâm olduğuna inanmak da lâzımdır. Emredilen ibâdetler yani amel, îmânın bir parçası değil ise de, bunların farz ve haramların da haram olduğuna inanmak, îmândandır. Bir kimse, îmânın altı şartına inandığı hâlde, namazın, orucun farz, yalan söylemenin, içki içmenin de harâm olduğuna inanmazsa, bunun îmânı gider, bu kimse îmân etmemiş olur. Îmânın temellerinden, en mühim alâmetlerinden ve şartlarından birisi de, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır. Yani Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve sevmediklerini sevmemektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "BENİM İÇİN NE YAPTIN?" (Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, yalnız benim için ne yaptın dedi. Yâ Rabbî! Senin için namâz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve zikir yaptım cevâbını verince, kıldığın namâzlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazîfendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışık olur. Benim için ne yaptın buyurdu. Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir deyince, Allahü teâlâ, yâ Mûsâ, sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık ettin mi buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı.) Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyuruyor ki: "Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler ve fâsıklar, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, Buğd-ı fillah vâcib olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacakların en üstünü olmaz ve îmânın kemâline sebep olmazdı. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî îmân etmiş olmaz. Mü'minleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki, falan âbide söyle: Dünyâda zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yaptın?) Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu ki: (Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?) Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır, kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür, düşmanları da, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münâfık denir." Bir kimse, ibâdetlerini yapmakla beraber, Allahü teâlânın sevmediklerini de severse, mesela Ebu Cehil'i severse, bu kişi Cehenneme gider. Çünkü Peygamber efendimiz; (Kişi, sevdiği ile berâber olur) buyurmuşlardır. SEVDİKLERİNE DİKKAT ET! Âhırette herkes, sevdiğinin yanında olacaktır. Dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır. Bu sebeple insan, dünyâda sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsi menfaati için değil, Allahü teâlânın rızâsı için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalb ile olur, beden ile değil. Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgi de bir arada olamaz. Peygamber efendimizi sevmeyeni sevemeyiz. Bu hâl, kalbte kendiliğinden hâsıl olur, ilim ile, öğrenmekle olmaz. Son nefesteki îmân, kalbdeki bu muhabbete bağlıdır. Netice olarak îmânın, kişide devamlı kalabilmesi için, îmânın altı şartına, farzların farz, haramların da haram olduğuna inandıktan sonra, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmesi, sevmediklerini de sevmemesi yani hubb-i fillah ve buğd-ı fillah şarttır. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi: (Allahü teâlânın en çok sevdiği amel, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahdır.)