Feridüddin-i Attar, "Perdenâme"de söyle der: "Yüksek adam olmak istiyorsan ey oğul, kendine rahat kapısını kapa. Cennet kapısı ancak dünyada rahat kapısını kapayanlara açılır. Alemde haktan başka bir şeye güvenen kimseden daha şaşkın kim olabilir? Ey kardeş, ululuk ve mevki hevesinden vaz geç, kendini Allah kapısına yarayışlı kıl." Nedir büyük ve önemli adam olmanın sırrı? Attar, böylece özetliyor. Çevremize baktığımızda karşımıza çıkan herkesin ululuk, büyüklük ve önemlilik hastalığına tutulduğunu görüyoruz, fakat aslolan, "Allah kapısına yarayışlı" kul olmaktan başka birşey değildir elbette. Önemli adam olmadan büyük; büyük adam olmadan da ululuk mertebesine kim çıkmıştır ki! Gönlünü insan için dolduran ve nefsini öldüreceği dört silahı (yine Attar'dan nakille) iyi kuşananların bu mertebelere çıkacağını unutmamalı. Attar, nefsi öldüren ve kâmil bir insan olmamızı sağlayan dört silahı söyle açıklıyor: 1. Sukût hançeri 2. Açlık kılıcı 3. Yalnızlık mızrağı 4. Uykusuzluk silahı Büyük adam olmak, teknik bir karşılığı varmış gibi görünse de tamamen kişinin kabiliyeti, bilgi donanımı ve idealleriyle ilgili bir mesele. Kime büyük adam diyeceğiz, sorusuna cevap vermek artık çok güç. Çok parası olup, çok eşyaya sahip olana mı, çok tanınmış politikacı mı, kitle iletişimaraçlarını çok iyi kullanıp, kitabı çok satan yazara mı; yoksa bütün bu özelliklerini "Allah kapısına yarayışlı" bir iş eyleyerek değerlendiren insana mı? Büyük adamı yetiştirmek büyük medeniyetlerin işidir. Bir Einsten, bir Mozart, bir Fuzuli, bir Şeyh Galip, bir Yahya Kemal küçük düşünen, büyük idealleri olan değil, büyük bir coğrafyaya "ulu" idealleri aşılayan bir kültürün çocukları olarak gözlerini açtılar. İçinde bulundukları medeniyetin yüceliğini kavradılar ve ancak böyle büyük oldular. Büyük adam olmak, aklın sonucudur. İhtiraslarına yenilen akıl sahiplerinin mesela Napolyon'un veya Hitler'in büyük adam olduklarını söyleyebilir miyiz? Voltaire, köylüler için, "İhtiras, geminin yelkenlerini şişiren rüzgârdır. Gerçi bu rüzgâr bazen gemiyi batırır ama rüzgâr olmazsa gemi yürümez" der. Aklî ihtiras, bazen itici güç olabilir insan hayatında. Sadece büyük adam olabilmek için ihtirasının kölesi haline gelen zavallı beyinlerin bugün de toplum hayatının en onulmz kesimlerini oluşturduğunu görürüz. Televizyon ekranlarında, sinema perdelerinde, kitap sayfalarında, dergi imzalarında, ihtiraslarının kölesi olmuş onlarca, hatta yüzlerce büyüklük hastalığına yakalanmış"kifayetsiz muhteris"e rastlıyoruz. Aslında acı olan bu "cins" insanlığın varlığı değil süphesiz. Bu hastalıklı beyinlere gözünü, kulağını ve kalbini açan kişi ve kurumların davranışı. Su girdiği kabın şeklini alır. Fakat bizde durum tam tersini gösteriyor. Toplumsal dinamiklerimiz hastalıklı insanların temelledirmeye çalıştıkları salaş zemine doğru kayıyor. Bir kaç istisna dışında veya "büyük" değerlerini toprağa emanet ettiğimiz dönemlerden bu yana, yeni kıymetler yetiştiremiyor, toplumun bilgi, ahlak ve sanat çitasını daha yukarılara çıkaramıyoruz. Bunun "nedenselliği" üzerinde durmayacağım elbette. Hepimiz, şu dakikadan itibaren yaşadığı sokağa, aile değerleine, çalıştığı işyerine, dostlarına ve toplum değişkenlerinin temeline bakarsa, durumu daha çabuk kavrayabilir, diye düşünüyorum. Ve ille de kendine... Şevket Rado, "Eşref Saati" isimli eserinin bir yerinde, "Başkasının yerinde olmayı şimdilik bir tarafa bırakarak kendi yerimizdeki duruşumuzu inceleyelim ve her şeyden önce kendi yerimizi doldurmaya bakalım" deyor. Bence gerçek büyüklük, insanın kendi durduğu yeri iyi kavrayarak, iyi hazmederek başladığı yolculuktan başka bir şey değildir. Ya sizce?!..