Will Durant, "Talihli ve muhtemelen dejenere olmuş biz gençler, okuma-yazma bilmeyen bir ecdadın uzun ve zahmetli çalışmalarla ortaya koyduğu araçları, kültüre, güvenliğe ve rahatlığa götüren vasıtaları, tevarüs ederken, hemen hemen her şeyimizi onlara borçlu olduğumuzu unutmayalım" (Medeniyetin Temelleri, çev. Nejat Muallimoğlu, Birleşik Yay., 1996) diyordu. Geçen hafta yayımlanan "Ağlayabilmek" başlıklı yazım, kadîm bir medeniyetin bize emanet ettiği gözyaşının zihnimdeki nehirlerine dair ipuçlarını sunmak muradını taşıyordu. Durant'ın baktığı ve bugün benim de gördüğüm acıların temelinde, ecdadımdan aldığım mirasın yansıdığını bilmek için otuz beş yılı devirmem gerekiyormuş demek ki! *** Yazı yayımlandıktan sonra, değerli okuyucularımdan gelen elektronik mektuplar, beni bir kere daha ustam Ömer Öztürkmen'in, "Gözyaşı Medeniyeti"ne (Ötüken Neş., 1994) yönlendirdi. Okuyanlar bilir, üstad, gözyaşının vatanını Doğu olarak işaret eder. Doğuda yeşerip, yeryüzüne bu coğrafyadan serpildiğini söyler, kitaba adını veren denemesinde. "Doğu'nun toprağında bir gözyaşı ıslaklığı, gözyaşının mayasında ise bir doğululuk vardır. Gözü yaşlı insandır Doğulu. Her Doğulunun harcında mutlaka birkaç damla gözyaşı bulunur; gözyaşı ile Doğu kütüğüne, Doğu nüfusuna geçer insan" satırları O'na aittir. Doğuyu bir coğrafya parçası olmaktan çıkarır Ömer Öztürkmen ve akan her damla gözyaşının İslam'ın ruhundan damladığını söyler. Yani Afganistan'da, yani Filistin'de, yani Irak'ta ve dahası, yüreği her zaman doğulu kalan bütün insanlık atlasında gözyaşı başrolü oynar, oynamalıdır da... *** "Gözyaşı rahmettir" buyuruyor Sevgili Peygamberimiz ve sonraki önderlerimiz, "Duaların en güzeli, en hayırlısı gözyaşı ile yapılandır" diye taçlandırıyor bu rahmanî duyguyu... Çünkü hepsi biliyor ki, bizim medeniyetimiz komşusu açken tok yatmayan, alın teri kurumadan işçisinin emeğinin karşılığını veren, komşusu siftah etmediği için ikinci müşterisini geri çeviren esnafların omuzlarında yükselip bugünlere geldi. *** Hüzün bedenimize yapışmış bir libas gibi. Çıkarıp atmak mümkün değil. Çünkü hüzün, gözyaşının kan kardeşi. Atılmış, satılmış, itilmiş, kakılmış yanlarımız ne kadar haklı olursa olsun, bugün öyle bir belâ ile karşı karşıyadır ki, kendini bir doğulu olarak görmeyenlerin tutunması oldukça zor. Gözyaşının yerine ikâme ettiğimiz hiçbir şey, mutlu ve huzurlu olmamızı sağlayamıyor işte. Ahlâkın teknik bir karşılığını bulmak, haysiyetin bürokratik tarifini yapmak, Allah korkusunu cehaletle örtbas etmeye çalışmak gözyaşının gerekliliğinin önüne geçiyor artık... "Gözyaşı ile gelen ve gözyaşı ile rahmet yeşeren bu hakikatlere rağmen insanoğlunun hâlâ kahkahayı yasaklamamış olması çılgınlık değil midir?" *** "Gözyaşları günahlarımızı yıkadı... Gözyaşları şikayettir; ama zayıflar için, hastalar ve korkaklar için; acıya alışmayanlar için... Gözyaşları duadır; doğru, ancak ümitsizler için... Gözyaşları şükrandır; var olan her şeye minnettar gönüller, varlıkları onunla selâmlarlar... Gözyaşları ummandır; seni fenâdan kurtarır... Gözyaşları ilhâmdır; gerçekten gelen işaret, hem de beşarettir; Allah'tan haberdir... Gözyaşları Rabb'in lisânıdır. Ya akıtılmayan yaşlar, onlar çile tarlasının ilâhi tohumlarıdır..." (Nurettin Topçu, Var Olmak, Dergâh Yay., 1998) Öyleyse, gözyaşı hayat karşısında acz değildir. Varoluşumuza anlam katar ve yeni bir boyut kazandırır varlığın sırrına. "Ümitvar olunuz" diyen Sevgili Peygamberimiz, nasipsiz insanların akıbetleri hakkındaki bir soru karşısında, "Eğer hakikâti bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlardınız" buyuruyorsa, ağlamanın hikmetini yeniden düşünmeliyiz. Ben, Öztürkmen üstada katılıyorum (Biz görmeyebiliriz, ama eninde sonunda bütün insanlık bir gün bu gözyaşı medeniyetine iltica edecek ve bin dört yüz yıl önce başlayan Hicretin rahmetini yeniden duyacak, yeniden yaşayacaktır.) Sizce?!..