Şair dostum Nurullah Genç'in "Bir gün insanlar bizi taşlar kadar anlasa/ Bu çarklar bozbulanık, bu şarkılar devasa.." mısralarıyla söze başlıyor Afyon'dan yazan okuyucum Neriman Karayiğit... Ve benim cümlelerimle devam ediyor: "Anlamsız ve kirli bir savaşın tam ortasında şiire, sevdaya ve masala tutunmak neye yarar ey okuyucu?" ... "Yani şimdi beni çok mu dinleyeceksin, ey okuyucu? Kulak zarını yırtarcasına bağırsam duymayacaksın sesimi; çünkü başka seslere çevirmişsin yörüngeni. Hangi fotoğrafı uzatsam önüne, görmek istediğin şeyi göreceksin. Hangi acıdan söz etsem de hissetmeyeceksin. Ama şimdi bir dileğim var senden; sadece bir dileğim. Bu yazıyı bitirdikten sonra gözünü kapat ve yaşadığın hayata öte anlamlar yüklemeye çalış. Sabit ucu sende duran pergelin bir ucunu biraz daha uzağına raptet. Ve düşün. Sadece düşün..." *** Öyle ki, hiç alışkın olmadığı halde sesime ortaklığını fısıldarcasına, giderek derdini ele veren bir üslupla devam ediyor. Onun yazdıklarını okurken, derdimin hiç de yalnızlık çekmediğini anlıyorum. Çünkü hemen her yazıdan sonra gelen mektup, telefon ve elektronik postaya baktığımda aslında hep aynı yerden yaralı olduğumuzu anlıyorum. Biliyorum ki, bütün meselemiz, hissedip yaşadıklarımızı dillendirememek... Sevgili Neriman Karayiğit'in satırlarını bu anlamda paylaşmaya -sizin adınıza da düşündüğüne inanarak- değer buluyorum... *** "Evet, düşündüm... Sese ses gelmezse, ses kül olur gidermiş; şu alemde sese mukabil bir ses, yüreğe mukabil bir yürek, insanı mutlu eden en güzel şeymiş. Afyonkarahisar'dan ulaşıyorum size. Bir bakarsınız Ordu, bir bakarsınız Afyon... Mekanın ne önemi var ki, tılsımına bürünmüş kelimelerin gölgesinde? Hem, kabuğuna dar gelen bir yüreğe, bir kent bulunur elbet; dünyadan başka... ... Efendim, Ben, yani birinci tekil şahıs... Çok yükselmenize gerek yok, Karahisar Kalesi'nden baksanız, bir karınca cürmünde görülen ve dahi zaten bir karınca kadar bile ses edemeyen, âcizane kardeşiniz mi diyeyim, işte öyle birisi... Daha birkaç aya kadar, 'yapma güllerle' ölüm kokan Bâbil'e rayîha götürecek kız. Rayîha götürmek biraz nazik düştü; ne rayîha götürmesi! Kurtaracak Bâbil'i; donatacak güzelliklerle, adaleti baş tâcı yapacak... Sonra, ahh Filistin, açmadan solan gencecikler! Bir Fatih geliyor Türkiye'den, az kaldı; sabredin. Güneş, ufka yaklaştı. ... Ben, yani birinci tekil şahıs... Sonra bir ruzîgâr mıydı, şöyle bir kavradı ensemi. Bak, dedi, şu hayat. Şu gördüğün neftî, nâzenin menekşe, şu suları kolaçan eden ay ışığı, şu 'gömlek' ve işte şu 'gömleğin çizgileri.' Gerisine gerek yok, müellifi ben oldum; çoğalttım kelimeleri. Şu toprak, şu senin mayan, şu özün, şu 'mavi lâle', şu nakış, şu mana ve şu da nakkaşı bunların. Bak, şu ayna, şu perde, şu sadır, şu satır ve de şu müellifi bunların. Ben, yani birinci tekil şahıs... Sonra bildim, insan yüreği okyanusu kıskandırabilir. İman sekîneti mukteza etmese, iman teslimiyeti, iman tevekkülü... Bâbil'i güle garkedecek olan ben, çatlayacaktım. Bak dedi, bak, şu bulut, şu toprak ve işte şu da senin ayakların. Hangisine yakınsın? Ve Üstadım, 'dua hayatımızın neresinde' diye soracaktınız. Doğu'ya ya da Batı'ya yönelmeden -elbette Doğu'da ve Batı'da atan damarların olduğunu unutmayarak- yalnızca O'na yönelebilmek. 'Şu âlem mesciddir' ve yüreğimizin Doğu'su da Batı'sı da, yani ki, sağımız da solumuz da âlemdir; âlem..." *** İşte, kabuğuna dar gelen yüreğine dünyadan başka kent arayan bir okuyucum... Tıpkı benim gibi... Tıpkı sizin gibi...