Kurbağa yarışı

A -
A +

Kurbağa yarışı düzenlenmiş. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar ve sonunda yarış başlamış. Gerçekte seyircilerin hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: - Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar! Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler yine bağırıyormuş: - Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.. Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayretle kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayretler içinde... Bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa yaklaşmış ve sormuş: - Bu işi nasıl başardın? Ses yok... O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış! Yürüyoruz ya... Ayağımıza takılan çakıl taşları ve dikenlerle mücadele etmeyi başarabilme kudretini gösteriyoruz; ancak, kendi olumsuzluklarını zihnimize enjekte etmeye çalışanlara karşı çaresiziz... Kulağımıza fısıldanan her şey, adımlarımızın biraz daha kısalmasına ve hatta durmasına sebep oluyor ve kendimizden şüphe duymaya başlıyoruz. "Olumsuz düşünenlerle işim olmamalı" çünkü "onlar kalbimdeki ümitleri çalar" diyebilme cesaretini gösterdiğimiz andan itibaren, bu iş bitecektir! Ben, kendi adıma, yola çıkmaktan korkmadım hiçbir zaman ama hayallerime ortak olanlardan ürktüm ve sonunda inandım ki, bazen kör, bazen sağır, bazen dilsiz olmak işe yarıyor. Yoksa nasıl başa çıkabilirdim dikenli tellerle etrafımı sapasarmış rüya düşmanlarıyla?.. Paulo Coelho'nun, bir romanında yer alan şu ufacık bölüm rüyalarımın şiddetini anlatır sanırım: "Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış. Ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş. Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş: - İyi günler. - İyi günler, demiş bekçi. - Burası harika bir yer, adı ne? - Burası cennet. - Ne iyi... Cennete gelmişiz, çünkü çok susadık... - İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz, demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş. - Atımla köpeğim de susadılar. - Kusura bakmayın, demiş bekçi. - Buraya hayvanlar giremez. Yolcu çok üzülmüş, çok susamış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış. - İyi günler, demiş yolcu. Adam başını sallamış. - Atım, köpeğim ve ben çok susadık... - Şurada taşların arasında bir pınar var, diyen adam eliyle orayı işaret etmiş ve eklemiş; "istediğiniz kadar su içebilirsiniz." Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu, bekçiye teşekkür etmiş. Bekçi de, "İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz" demiş. Yolcu, sormuş: - Buranın adı ne? - Cennet. - Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi de bana oranın cennet olduğunu söyledi. - Orası cennet değil cehennemdi. Yolcunun aklı karışmış: - Sizin adınızı kullanmalarına neden izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa sebep olur! - Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü... (Şeytan ve Genç Kadın'dan...)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.