Beni 'ölüsevicilik'le; yani nekrofili ile itham eden (suçlayan?) okuyucularımın, gelecekte, sadece toprak olmak üzere bu hayattan geçtiklerini hatırlatarak yazıya başlasam, samimî okurlarıma ayıp etmiş olur muyum?.. *** Nekrofili, Fransızca patoloji-psikiyatri terimidir. Türkçe karşılığı ölüsevicilik. Sözlük anlamı, çok edepsiz bir davranış içerisinde bulunan kişi tarafından sadist duygularla bir ceset üstünde sapık dürtülerin tatmin edilmesi demektir. Dahası, hasta kişinin bu hallerde cinayet işleyerek sapkınlığını gerçekleştirmesidir. Kelime, yaygın olarak felsefî ve fikrî anlamlarıyla, Avrupa'daki büyük savaşların yaşandığı dönemde kullanıldı. Türkiye'de ise Alev Alatlı'nın ilk romanı "Viva La Muerte" (Yaşasın Ölüm) serisinin, birinci romanından itibaren tartışılmaya başlandı. Alatlı, nekrofili (ölüsevicilik) ve biyofili (hayatsevicilik) kavramlarını, ülkemizin yakın dönem siyasî ve fikir hareketlerinde yer almış tipler üzerine şaşırtıcı bir isabetle giydiriyordu. Kısaca, nekrofili, "insana ait olanın bizzat insan değil, onun eşyalaştırılması, mekanikleştirilmesi, yani 'soyutlaştırılarak' mekanikleştirilmesi" diye de özetlenebilir. Eric Fromm, bu kavramı totaliter liderlerdeki öldürme ve intihar dürtüsünü anlatmak için de kullanır. *** Beni nekrofili ile suçlayan okurlarımın, kelimenin hangi anlama geldiğini bilmeden, sırf 'artistlik' olsun diye tercih ettiklerini biliyorum. Çünkü ben, yazılarımın çoğunda geçip gitmiş değerlerin, yaşadığımız sürece hayat(lar)ımızda saygınlığını yitirmeden, en azından birer hatıra olarak kalmasını ve zaman zaman hatırlanmasını savunanan 'geri kafalı'lardan biriyim; ve çünkü ben, dünyayı terkettikten sonra aynı saygınlıkla anılabilmek için elinden geleni yapmaya çalışan bir fâniyim... Popüler hayatın içinde yer bulamayacağını bile bile yazılarımı kaleme alıyorum ama bir tek şeyi çok biliyorum; bugüne eser bırakmış, fikirleri ile kitlelere yön vermiş, varoluşlarıyla cemiyette kötü giden bazı şeyleri düzene sokmuş zâtlara borcum olduğunu... Eğer, bizim fikrî oluşumumuzu, kültürel duruşumuzu, imânî kemalâtımızı sabit bir değerler levhasına rapteden insanları ve eserlerini anmayacaksak, yarın için ürettiğimiz iddiasıyla emek harcadığımız 'şey'lerin hiçliğini ve boşunalığını da kabul etmeliyiz. Öyleyse, neden eser yazıyoruz, gençleri yetiştiriyoruz, tarlaları sürüyoruz, insanlık hayatının imarı için çırpındığımızı söylüyoruz; bu sevgili dostlarımın istediği gibi yan gelip yatalım, 'neşemize neşe katalım' ve hatta 'kâm alalım dünyadan...' *** Yarını bir dert olarak görmeyen insanların sayısı her geçen gün artıyor, bunun farkındayım. Sokaklarda bir yığın kalabalık, başıboş bir güruh halinde akıp gidiyor sabahlara ve akşamlara... Yönünü, yordamını günlük küçük hesaplarına göre ayarlayan bu insanların kazandıklarına baktıkça 'eyvah' diyorum içimden; 'yine boşu boşuna geçti bir gün daha...' Ama bu nidâ, sadece benim zihnimde yankılanıp duruyor. Çünkü onlar (hadi onların ifadesiyle söyleyeyim biyofili; yani hayatseverler), 'yarın diye bir şey yoktur'a kapılmış gidiyorlar. Beni ölüsevicilikle; yani geçmişiyle barışık olmakla, geçmiş değerlerine saygı göstermekle, geçmiş engin fikirleri yaşatmakla suçlayan sevgili dostlarımdan özür diliyorum... Çünkü bundan sonra da onların hesabını bozacağım...