Ali Ayçil; "Moğollar, Bağdat'a girdiklerinde iki şeyi bir arada yaptılar: Ademoğlunu öldürmek ve kitap yakmak. Ve garip bir şekilde, her iki işlerini de insan doğasını aşan bir gayretle yerine getirdiler. Derisi soyulmuş bir düşman, onları ziyadesiyle mutlu ediyordu, ama yanan bir kitabın sayfalarından gelen kokudan da bir o kadar sarhoşluk duyuyorlardı" sözleriyle kayıt düşüyor yaşananlara ve ekliyor: "Ele geçirdikleri şehirlerin hafızası, orada geçmiş zamana duyulan saygı ve bilgeliğin izleri karşısında kendilerini alçalmış hissediyorlardı (...) Bağdat'ın bugünkü düşmanları, şimdi eskilerde kalmış o ilk düşmanlarına ne kadar da çok benziyor. İnsanlığın geleneğinden, insanlığın anakarasından uzakta boy attıkları için, insanlığın asıl evine geldiklerinde sakar ve huzursuz hissediyorlar kendilerini. Uzak adalarından yola çıkıp, dünyanın asıl kıyılarına her adım attıklarında, ancak zamanın aynalarını kırarak yüzlerini koruyabileceklerinin farkındalar. Bir geçmişleri olmadığı için, geçmişi olan her şeyin kendilerini fazlasıyla küçük düşürdüğünü biliyorlar." Ve biliyor ki şair, "Bağdat'ta yalnızca zaman soyulmadı. Orada son insan, her ihtimale karşı ilk insanı da öldürdü..." Umut ve umutsuzluk Ali Ayçil, hece veznini modern terkiplerle birleştiren ve yeni bir şiir dili yakalayan genç kuşak şairlerimiz arasında en dikkat çekici olanı. Daha önce Şule Yayınları arasında "Arastanın Son Çırağı" ve "Naz Bitti" adıyla iki şiir kitabı çıkan Ayçil'in, yukarıdaki satırlarını okuduktan sonra, "insanın dünyayla girdiği dengesiz ilişkinin haritası"nı çıkarmaya çalıştığı "Ceviz Sandıkları ve Para Kasaları" isimli deneme kitabına yeniden döndüm. Kendi tanıklıklarına yer verdiği "şeyler"i kaleme alan Ayçil, tıpkı Bağdat'la ilgili tesbitlerinde olduğunu gibi doğru bir iz üzerinde yürüyor bu kitabında da... "Artık içimiz bütün rüzgârlara açık. Ne bir sınır ne bir elek var dünyayla aramızda. Bizi saklı tutan perdeyi biz yırttık; makasımız hâlâ keskin, ama iğne yok yanımızda. Şimdi yakarıyoruz: Bizi dünyadan sen sakla! Yani biz bardağa dökülen suya bakınca, her seferinde: 'Ey su, nasıl da berraksın' diyebilelim, hayretle" diye sesleniyor. Ali Ayçil, umutsuzluğun içindeki umudu çok başarılı bir üslupla sunuyor denemelerinde. Diliyor ki, orada, yani Bağdat'ta, son insanın ilk insanı öldürdüğünü bilsek bile umudumuzu yitirmeyelim. Usta bir denemeci İnsana dair kırılmaları ve insanı kuşatan acıları, tıpkı yüzyıllardır para kasaları ve ceviz sandıklar arasındaki didişmenin getirdiği sonuçlar gibi ayrıştırarak sunan yazar, doğduğu şehir Erzincan'ı dünyanın bütün kadîm şehirlerine model olarak sunuyor adeta... Tahlilleri, tesbitleri, dili, kurgusu ile deneme ve öykü arasında gidip gelen Ayçil, şiirinde nasıl kendine ait bir dil ve mecaz bulduysa, denemede de aynı orijinal söyleyişi yakalıyor. "Benim denemelerimde yapmaya çalıştığım, zehir bulaşmış bir ırmağın öldürüp kıyıya attığı bir balığı, üstündeki ıslaklık kurumadan resmetme çabasıdır. Çünkü o an, gerçeğin en yaralayıcı anıdır. Değerlerin kaybedildiği bütün anlar gibi" diyen Ali Ayçil, iyi bir şair olduğu kadar iyi bir denemeci olduğunu da kanıtlıyor kitabında. Kısacası yazar, "İçi bütün rüzgârlara açık" olanlara, ayaklarımızın altından kayıp giden topraklarımızı yeniden hatırlatma görevini -hem de büyük bir ustalıkla- yeniden hatırlatıyor. (0 212 520 34 40- 41)