Ekmek eskiden aslanın ağzındaydı, şimdi çöp bidonlarında...
Ellilerde altmışlarda diyelim. İstanbul'umuzun "mutena muhit" ve "kenar maalle" diye ayrıldığı yıllarda...
Eli yüzü düzgün semtlerin eli yüzü düzgün fırınları olur. Havada bir mahlep kokusu, ekmeğin cevizlisini, üzümlüsünü de yaparlar. İçleri beyaz ötesidir, francala derler onlara!
Varoşlar bildiği gibi yaşamaktadır daha. Karadenizliler kuzinede mısır ekmeği pişirir, doğulular yufka yapıştırırlar tandıra. Hani ellerinden gelse köylerindeki gibi nohut ya da ekşi maya üretecek, hamuru teknelerde kabartıp, sürecekler fırına.
Derken sokak aralarında somuncular görünmeye başlar. Yorgun merkepleri olur, küfeleri çadır beziyle örter, isten, pisten korurlar. Beheri 60 kuruştur, lakin şimdikilerin ikisi üçü gibiydi desem yalan olmaz.
Ekmeğe çok hürmet edilir, kırıntısı zayi olacak diye aklınız uçar. Yolda bir lokma bulan, öper başına koyar.
Şimdi pahalı restoranlarda ağızlarını nimete silip, peçete gibi kullananları duyuyoruz.
Allah muhafaza!
ÇEYREK DE OLUR YARIM DA...
Bakkallarda ekmek dolapları olur, dışarıda, kapı yanında... Camekanda keskin bir bıçak ve yıpranmış bir tahta. Tane isteyene yekpare satar, yarım ve çeyrek isteyeni de kırmazlar.
Bayezid, Fatih, Üsküdar gibi ayakların çok dolandığı mıntıkalarda fırınlar ihtisaslaşır. Bazıları sadece simit, açma, çatal yapar. Kimi beze, kek, un kurabiyesi işine bakar.
Kastamonu pide ve Kürt böreği yeni yeni canlanmaktadır daha...
Bakın lahmacun, oturulup lokantada yenilen bir şey değildir. Hususi fırınları vardır, seyyarlar beyaz muşamba kaplı kutucuklarına doldurur, domates, maydanoz, soğan ilavesi ile sunarlar halka.
İçinde şu eti varmış, bu eti varmış. Duy da inanma! O lezzeti yakalayamadılar hâlâ!
Somun fırınları sadece ekmek ile uğraşırlar. Ne ekmek ama? İri ve yuvarlak, bir fileye ikisini koyamazsın, kucaklar almaz. Kabuklar çıtır çıtır, içleri mis kokar.
Derken efendim pastaneler de katılır halkaya. Ramazanlarda pide, sair zamanlarda ay çöreği, pandispanya...
Ve unlu mamuller yayılır bir anda. Eh, ne kurabiyeler, ne kurabiyeler. Yeme de yanında...
Öyle yaptık zaten, yemedik yattık, küflendirip küflendirip fıydırdık sokağa... Ekmek israfıymış... Laf.
Böreğin, çöreğin, kurabiyenin yanında...
Malum hanımların gözü ekranlarda, filan ustadan kek tarifi, feşmekan gurmeden pasta. Dikkatle not alır, altını çizerler hatta. Malzemeyi onlar gibi katar karıştırır, verirler fırına...
Ama olmaz. Ne onların ki gibi kabarır ne de kokusu iç açar. Ablam da o sinir ile torbalar, götürüp kuytudaki çengele asar.
DÜĞÜM ÜSTÜNE DÜĞÜM
Zahirde mâkul bir şey gibi görünüyor, belki sütçü alır, olur ya kediler köpekler sebeplenir, kuşlar gagalar.
Yalnız ahir zaman hanımları poşetkolik olmasa.
Malzemeyi torbaya boca edip, ağzını bağlıyor, adeta gemici düğümü atıyorlar. Onu da bir başka torbaya koyuyorlar, sonra bir torbaya daha...
Niye? Çünkü yeşili seviyorlar!
Malzemeyi itina ile mayalandırıp küflendiriyor, yosun gibi yeşertip bahtiyar oluyorlar. Peki bunu hayvanlara? Yerler mi, yemezler mi bilmem. Eğer içiniz elveriyorsa...
Ekmek israfı, ekmek israfı...
Tamam da, ekmek dediğin un, su, maya... Ama pastada yağ var, şeker var, kakao var, fındık fıstık, incir, üzüm, krema, jöle, dilimlenmiş meyve... Var oğlu var.
Mevzumuzla alakası yok ama düşüverdi aklıma...
Somuncu Baba'ya sormuşlar ekmekler kaça?
Beş para.
Peki bayatlar?
10 para.
Olur mu hocam? Bayat tazesinden pahalıya?
Onlar asrı saadete daha yakınlar ama!