Ramazanın kokusu olurdu eskiden, bahsettiğim pide kokusu tabii. Manevi kokusunu alanlar (Allah sayılarını artırsın) mevzumuzun dışında...
Ustalar iftara doğru hızlanır, adeta otomatiğe bağlar. Tırnakçıların ellerini takip edemezsin, kürekçi çeker çeker atar. İsteyene susamlı yumurtalı, ohhh yeme de yanında...
O yıllarda güveçler börekler de fırına verilir, elbette makul saatlerde, kalabalık basmadan.
Ramazan da bakkallar da başka kokar, sene içinde sürüm yapmayan pastırmalar, sele zeytinleri, kelle peynirleri vitrine çıkar.
Eskiden böyle dışarıda yeme kültürü yoktu, ramazan-ı şerif aşçı taifesi için parlak bir ay sayılmaz. Lokantalar umumiyetle bakıma girer, çalışanlar ise camlarına gazete gerer, yiyeni yemeyenin gözünden saklarlar. Kapıya "iftarda ve sahurda açığız" yazan bir kağıt asılır o kadar.
Efendim sokak ortasında döner çevirmek... Ne mümkün?
Kıtır kıtır kesileceğini bilse yapmaz.
Ramazanın hususi tatları olur sonra... Sucuklu yumurta, güllaç, hurma...
Ramazanın rengi denince şüphesiz mahyalar gelir akla. Bir camiye mahya asabilmek için en az iki minaresi olmalıdır ki selatin camilerini mekan tutarlar. Mahyacılar "Oruç tut, sıhhat bul" "Hoş geldin Ya Şehr-i Ramadan" "On bir ayın sultanı" gibi cümleleri dizerler halata... Kandiller her akşam tek tek yakılacak geceye hazırlanacaktırlar.
Ampul çıktı da fukaralar kurtuldu, kaldır şarteli yansın, ondan kolay ne var?
Kalaycılar bir yıl bu günü beklemişlerdir, hazır akarken kaplarını doldurmalıdırlar. Yamaklar çılgın gibi körük basar, ustalar kah nişadır serper, kah pamukla ovalar. Bakırlar ayna olur, ortalık toz duman...
Gelelim Ramazan-ı şerifin seslerine... Satıcılar daha mı keyiflenirler ne? Sanatlı beytli konuşurlar.
Zerzevata gel abla, hani ya Çengelköy'ün bademi, otuzbeşe bakla...
Kasaplar satır sallamaktan bizar olur, kıyma makinelerinin kasnakları gevşer, kayışlar kaydırmaya başlar. Müşteriler biraz daha seçicidir. Eh o kadar da olacak ama...
İftar vakti gözümüz toptadır, ne zaman ki yaşlı alamet gümbürder, şehir silkinip kıpırdar. Müezzin efendiler ellerini kulaklarına atar, cemaat büyük bir heyecanla saf tutar. Cami çıkışlarında iftariyelik sunanlar olur, kestirmeden sevab....
Sonrası tepsi, kase, sürahi sesleri... Hanımlar bir içeri bir dışarı koştururlar.
Teravih namazlarında hoca efendiler ekseri namaz surelerini okurlar. Cemaate bu tekrarlar iyi gelir, farkında olmadan tecvid tertil kaparlar. Dört rekatta bir salevat söylenir ki mahmurluğunuz dağıla...
Davulcular gecenin bir yarısı kapınıza gelir, patırtı koparırlar taaa ki ışığınız yanasıya...
Yok davulumun ipi kaytanmış da filan, ben mani okuyanına rast gelmedim daha...
Sahurda gözünüz saattedir, ve vakit gelir, top patlar.
Lamı cimi yok, donarsınız, "birkiüç tıp" olursunuz adeta. Diyelim bardağı kaldırmış dudağına yaklaştırmışsın, elin siniye döner, bırakırsın usulca.
Temkin memkin umurunuzda değildir. Ağzınızdaki lokmayı alelacele yutar, koşarsınız musluğa...
Evin erkekleri abdestlerini alır, Mushaf-ı şerifleri göğüslerine bastırırlar. Mukabele kaçırılası bir fırsat değildir, hoca efendiyi takip edecek eksiklerini noksanlarını düzelteceklerdir baka baka...
Takriben on sayfa okunur ve müezzin "ondan sonra" minareye çıkar.
Dikkatinizi çekti mi bilmem, "on sayfa okunacak kadar bir zamandan" bahsediyorum.
Nerede?
İmsak ile ezan arasında!
Hiç unutmam 82 yılıydı, Diyanet bir karar aldı ve yiyip içmeyi sabah ezanına kadar uzattı. Bazı alimlerkararı tanımadı, uymadılar, vebalinden korktular.
Diyanet takviminin eski nüshalarına tabi oluyorsam ne diyebilirsin ki bana?
Hasılı vatandaş kaldı mı ortada? O mu, bu mu?
Hiç yoktan kargaşa.