>>> Aziz Başkan'a bir soru F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın "Statlarımızda küfür olmasın" söylemini destekliyorum. Ancak, bu küfürlerin önlenmesinin yolu, "Bana küfür ediyorlar. Bu küfrü durdurmazsanız silah size döner" tehdidi ile değil, futbolun bütün birimlerinin bir araya gelip, birlikte daha gerçekçi bir ortak yol bulmasında değil midir? ----------- Milli Takımımız, 2008 Avrupa Şampiyonası grup elemelerinde Bosna ile kritik bir maça çıkacak. Rakibimiz, "Kolay gibi" görünen "kaynana lokumu" sertliğinde. Çiğnemekle yutulacak gibi değil. Bosnalı oyuncuların hepsinin de fizikleri, kondisyonları ve teknikleri fevkalade. Nitekim ne kadar güçlü olduklarını Norveç karşısında gösterdiler. Bizim de çok dikkatli ve gayretli olmamız lazım. Rakibi asla hafife almamamız lazım. Ama en dikkate değer nokta da, Bosna karşısına çıkacak takımda kimlerin olacağı... Mesela kaleyi kim koruyacak? Aslında bu sorunun cevabı benim gibi düşünenler ya da Fatih Hoca'yı birazcık tanıyanlar için belli. Kanaatim o ki, Terim bu maçta kaleyi Rüştü'ye teslim edecek. Peki neden? Hele Rüştü'nün F.Bahçe'de gururu kırılmış, şampiyonluk kutlamasına bile gitmeyecek kadar incitilmiş olmasına rağmen neden kaleyi Rüştü'ye teslim edecek? Bir, Fatih Hoca bulanık havayı sever. Böyle dönemlerde yıldızları morallendirmeyi ve Rüştü'nün içindeki devi uyandırmayı çok bilir. İki, şartlar eşit olsa dahi böyle durumlarda Terim tercihini uluslararası maç tecrübesi daha fazla olandan yana kullanır. Allah için Rüştü de böyle maçların hakkını verir ve kendini "faydasız" sayanlara Rüştü'nün ölmediğini gösterir. Haa, Serdar, Hakan ve Orkun mu? Elbet onlara da sıra gelecek! >>> Durupınar'ın azmi Gelişim Spor'dan sevgili Nedret Ebcim'le birlikte, araştırmacı gazeteci dostum Mehmet Durupınar'ı ziyarete gittik. Kendisi 2,5 yıl kadar önce ağır bir rahatsızlık geçirmişti, "dayanamam" diye bugüne kadar ziyarete cesaret edememiştim. Ama Nedret sağ olsun, "Korkacak bir şey yok, çok mutlu olur" deyince düştük yola. Doğancılar'da nezih bir yerde, mütevazı bir evde, korkumun aksine öyle mutlu, coşkulu ve heyecan dolu buldum ki Mehmet'i, anlatamam! Neredeyse bir kütüphaneyi andıran, eski gazeteler, ansiklopediler, filmler, bilgisayarlar ve televizyonların arasında biricik kızı Ece ve muhterem eşi ile öyle sıcak bir yuva kurmuşlardı ki... İşte yaşama sevinci bu olsa gerek... Şartlar ne olursa olsun, üretim yapma hazzı bu olsa gerek. Mehmet eski Mehmet'ti... Büroyu eve taşımıştı, yine spor araştırmaları yapıyor, yine kitaplar hazırlıyordu. Son çalışmasını da Efes'e yapıyordu; Türk Basketbol Tarihi... Kitabın büyük bir bölümü tamamlamış, iş rötuşlara kalmış. Doğrusu gıpta ettim Durupınar ailesine ve Mehmet'in azmine! >>> Gönlünü işe vermek Elimde, Babıali Kültür Yayıncılık tarafından yayınlanan müthiş bir kitap var. Sporcu, yönetici, teknik adam ve hakemlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Kitabın konusu; kahve tutkunlarının yakından bildiği Starbucks'ın başarılı yükselişi üstüne. Nitekim adı da; "Starbucks Gönlünü işe vermek!" Girişimcilik, yöneticilik ve yenilikçi bir şirketin gönülden çalışarak nasıl dünya çapında bir üne kavuştuğunu anlatan bu eser. Starbucks İcra Kurulu Başkanı Howard Schultz ve Dori Jones Yang'ın kaleminden çıkmış. Eserde not edebileceğimiz o kadar çok özlü söz var ki, onlardan birini sizin için seçtim: "Ne zaman başarılı bir iş görseniz, birisi bir zamanlar mutlaka cesur bir karar almış demektir." Demek ki, başarının ilk adımı cesaret! Devamı ise plânlama ve şans! Ama özü, işi sevmek, gönlünü vermek. >>> Kendi yıldızını parlat Üç kıtada medeniyet dersleri vermiş, çağlar açıp, çağlar kapamış ecdadın torunlarının yaşadığı bu ülkenin fertleri olarak çırpınıp duruyoruz; "AB'ye girelim" diye... Girsek ne olur, girmesek ne olur? Zaten iş adamı, sporcusu, siyasetçisi ve sanatçısıyla Avrupa'nın bütün hücrelerine nüfuz etmiş değil miyiz? Geçelim futbolda... "Kendi yıldızımızı kendimiz parlatmamız gerekirken" kıyaslamalar yapıp duruyoruz; "Niye bir Liverpool, Milan, B.Münih ya da Real Madrid olamıyoruz?" diye. Neden olamadığımızın sebebi ortada değil mi? Küfür-kafir, tribün şiddetiyle başarının yakalandığı nerede görülmüş? Özetle, başarı adına "İçimizdeki cevheri ortaya çıkarmak" varken "daha parlak, umut dolu, güvenli ve kaliteli bir gelecek" uğruna yüzümüzü batıya dönmenin ve "N'olur, kurtar bizi!" diye çığlıklar atmanın kime ne faydası var?