Devâtdâr Mehmed Emin Paşa mütevazı bir kasır planlar, masrafı hazineye yıkmaz, Kedhüda, Defterdar, Reis Efendi, Cebeci, Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Boğdan Voyvodası’na paylaştırır kimseye dokunmaz.
Osmanlıda saraydan küçük köşkten büyük konaklar olur ki kasr denir onlara. Sultan nadiren uğrar, yatıya kalmaz. Umumiyetle sefir, misafir ağırlar.
Rus Çarı II. Aleksandr Nikolayeviç’in kardeşi Grandük Konstantin, Napolyon’un karısı İmparatoriçe Eugen, Galler Prensi Edward’a tahsis edilir mesela.
NATO Amirali Mountbatten da burada kalacaktır yıllar sonra. (1953)
Umumiyetle oturma grupları vardır, her taraf koltuk kanepe, vazo, şamdan, ayna ve bir sürü mermer sehpa.
Duvarlar kalem işi, tavanlar yaldız bezeli. Avizeler elbette kristal.
Bahçe çitleri dökme demir, eritsen on tane tank çıkar. Bunlar dostların hayranlığını arttırır, hasımların asabını bozar.
- Ya bak adamlar kuytulara bile saray yapmış, demek güçleri yerinde, takışmayalım onlarla.
Efendim Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan çayırlık alan, padişahın Has Bahçesidir aslında.
Manav Muslu ve Patrona Halil’in peşine taktığı uğrular, aralarında Sadabat Sarayı’nın da bulunduğu
Kâğıthane yalılarını yağmalayıp yakınca, mesireciler buraya akar.
Evliyâ Çelebi, Göksu’dan “âb-ı hayâttır” diye bahs açar, sandal keyflerini, gül bahçelerini, irili ufaklı köşkleri ve hazineye ait değirmenleri sıralar.
IV. Murad Han, taa Kandilli’ye uzanan koruyu elden geçirtir ve adını “Gümüş Selvi” koyar.
I. Mahmud Han nadiren uğrar, askerleri ile silah atar, ava çıkar. Bağçe-i Göksu’da geyik takibine başladılar mı taaa Şile’ye uzanırlar. “Sen sağdan sıkıştır, ben soldan” Av bahane, talim, idman. Yoksa süvariler melekelerini kaybeder, atlar yağ bağlar. Bazen yorulur bitap dönerler, “ah şöyle soluklanacak bir çatı altı olsa!”
Sadrazam Devâtdâr Mehmed Emin Paşa, ahşap bir köşke niyetlenir (1752), Şehremini Yusuf Efendi zaten mühendistir çizer hazırlar. Paşa masrafları hazineye yıkmaz, Kedhüda, Defterdar, Reis Efendi, Cebeci,
Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Boğdan Voyvodası arasında paylaştırır kimseye dokunmaz.
Ve anahtarları sunar I. Mahmud Han’a... Sağol evlad berhudar olasın!
1751’de hizmete giren bina ahşaptır pek göz almaz. Fransız ressam M. Préaulx’un karaladıklarına bakılırsa benzerlerinden mebzul miktarda vardır ortalıkta.
Kandilli yamaçlarına kuyular kazılır, içme suyu getirilir civara. Nasıl da gürdür, herkese yeter artar, fazlasını sebillere, havuzlara dağıtırlar.
Civarda arsası olanlar da ev kondurur. II. Mustafa’nın zevcesi Mihrişah Sultan da güzel bir cami yaptırır kasrın yanı başına.
İstanbul rutubetlidir malum, sahil dalgalarla yıkanır. Hâl böyle olunca ahşaplar çürür, boyalar dökülür, doğramalar yıpranır.
Hassa Sermimarı Mehmed Ârif Bey bir keşif yapar, baksa ki temel kazıkları ve su boruları da acil vaka, derhâl ameliyata!
Elden geçince bina kendine gelir (1792). III. Selim Han da çeşme ilave eder validesi Mihrişah Sultan adına (1806). Gelsin vatandaş namaz kılsın, su alsın sevabına.
Kasır bir süre daha dayanır, II. Mahmud Han Ramazan-ı şerifde iftarlar verir, dostlarla bayramlaşır.
Abdülmecid Han devrinde bina yorulmaya başlar. Oturup hesap yaparlar, tamirat ne kadar? Yenisi kaça çıkar?
Bakarlar astarı yüzünü aşacak. Yıktırır silbaştan yaptırırlar. Mimar Nikoğos Balyan kâgirde karar kılar bu defa. (1856-57).
Abdülaziz Han devrinde cephelere mermer döşer, kabartmaları abartırlar. Tefrişat işini Viyana Operası dekoratörü Sechan’a bırakırlar, adam sadelikten nasipsizin tekidir, tıkış tıkış doldurur. Ondan da getir, bundan da...
Hâlbuki Türk yalıları cumbalıdır. Sedir, kerevet, peyke tamam...
Hatta hasır, kilim, ot minder olacak, oooh keyfe bak.
Balyan fikrimi sorsa “cık olmamış” derdim “hadi git bi daa yap!”
Sanki bi müzakere havası, resmî bir ses bekliyorsun “toplantı bitmiştir, çıkabilirsiniz arkadaşlar!”
Ancak Kemal Paşa hoşlanır, gelir kalır ara sıra.
İsmet İnönü ve Celal Bayar ise postu serer, tadını çıkarırlar.
Devletlüler mekân tuttu mu ahali mahalle yaklaştırılmaz, uzaktan bakabilir anca. Biz yıllarca belediye otobüsü ya da Şirketi Hayriye vapurundan seyrettik hırsızlama. Vızzzt geçiyorsun artık ne kadar olursa.
1930’larda cemaatini kaybeden Mihrişah Sultan Camii metruk kalır, minaresi yıkılır. Güzelim eser Anadolu
Hisarı İdman Yurdu’na tahsis edilir. İlerleyen yıllarda CHP lokali ve halk evi olarak kullanılır.
Çok partili döneme geçilince millet ibadete açılmasını arzular, Vakıflar Müdürlüğünü dilekçeye boğar.
Netice?
Celal Bayar da tamamen yıktırırır ortadan kaldırır.
Cami yıllar sonra (2014) müminlerle kucaklaşacaktır.
Sağolsun saylavlarımız bizi vekâleten yayılıp bayılırlar. Ahbap, akran ve akraba-i taalükat ile çökerler kasra.
Daha dur Beylerbeyiler, Dolmabahçeler, Aynalı Kavaklar, Ihlamurlar, Floryalar… Yıldız Şale’yi de kumarhane yapar, sunarlar yandaşa.
Keyfini sürsünler kabul ama banisine sövmeleri şık olmaz.
Mezkur zevat ölünce devlet konukevi yapılır, hüdema ve muhafızlar ayrı binada kalır.
27 Mayıs’ta darbeciler mekân tutar, kasrı da hizaya sokar, müstahdemlerin sığındığı müştemilatı ve tarzında tek olan mescidi yıktırırlar.
Sebep?
Canları ööle istemiştir zaar. Hesap mı verecekler sana bana?
Rahmetli Özal Başbakan olunca binayı halka açar (1983), işte o gün bugündür müzedir. Çeşme ve namazgâh için bilete gerek yok, dış bahçe halka açık, ücretsiz gezebilirsiniz.
Yine sahil tarafına bir tesis açılır Millî Saraylar adına. Etlisi, sütlüsü, çayı, kahvesi, çorbasıyla...
Günümüzde kasır, gelin damat adaylarından talep görür bilhassa. Düğün nişan için deniz kenarındaki bahçeye masa sandalye atabilirsiniz icabında. Kiralama bedeli (rıhtım) hafta içi 350 bin, hafta sonu 500 bin lira. Yemekler çiçekler sizden ama.
Müstakbel zevc ve zevceler en mutlu günlerini kare kare dondurmak istiyorlarsa kolay. Fotoğraf çektirmenin saati 20 bin lira, içeri adım atmak yok! Sadece dışarıda.
İçeride çektirilmeyen fotoğrafların suçu biraz da bizde, adamlar ses çıkarmayınca dayanıyoruz flaşa. O da bilirsiniz kumaşın tablonun rengini emer, hadi ağarmasın sıkıysa.
Küçüksu Kasrında Abdülhamid Han’ın elceğizi ile yaptığı sanatlı bir masa var. Japon imparatorunun yolladığı vazo da emsalsiz, halı ve perdeler ise fabrika-i hümayundan (Hereke) çıkma.
O kadar önünden geçtim, bir kere içine giremedim, geçen yolum düştü “dur” dedim “bi gezelim, nasıl olsa yaşlılara bedava.”
Önde gösterişli bir kapı, iki yanda şık tırabzanlar. Meğer deniz tarafındaki daha şekilmiş, basamaklar nal gibi döne döne yükseliyor, altında fıskiyeler, havuzlar.
İçerisi mobilya galerisi gibi tıkış tıkış. Ne yalan söyleyeyim soğuk ve donuk geldi bana. Şimdi akşam yorgun argın gelmişim bi şilte yastık olacak ki insan uzun otura. Hem bennedim öyle kasrı çoraplarımı çıkarıp fıydıramadıktan sonra? Kanepe minderleri tek tek ve kabarık, insan bu konveks dizayn üzerinde edeplice oturabilir ama yayılıp bayılamaz. Alıp başının altına koysan fitiller, güpürler, püsküller, gümüş nakışlar...
Tamam manzara güzel ama sımışka çitlenmez, karpuz kesilmez, mangal kurulmaz, çiğ köfte yoğurup tavana atılmaz.
Ortalık şömine müzesi gibi gelgelelim deniz yeli serin eser Boğaz’da, iliğim kemiğim ısınsın dersen bir odayı kapatacak çingene sobası kuracaksın ortaya. Basacaksın kozalağı, tıkacaksın meşeyi, şööle hafiften neftle ıslatıp çakmağı çakınca...
Ya da kuzine maşinga olacak ki, küle pancar, patates gömesin, fırına börek çörek süresin, üstüne mısır, kestane dizesin.
Di mi ama?
İrfan Özfatura'nın önceki yazıları...