Bir pazar sabahı erken saatlerde girdim şehire. Uzun süre direksiyon sallamaktan ve uykusuzluktan bitkin bir halde etrafıma bakarken tanıdık geldi sanki bir şeyler, bu ilk kez geldiğim yerde. Gittiğim, gezdiğim kentleri düşündüm. Avrupa kökenliydi kafamın içindeki yansımalar. Şehir girişinde yolun iki tarafında uzanan tarlalar, İspanya'nın ekili alanlarını hatırlatıyordu bana, ama yok, burası çok uzaktı oralara. Merkeze geldiğimde bir tramvay şaşkınlığı yaşadım. Sanki bir tek İstanbul'da varmışçasına karşıma çıkan raylara aval aval bakarken solumdan gelen vagona tarih öncesi bir canavar görmüş gibi diktim gözlerimi. Allah'tan sabahtı ve çok erkendi de bir trafik kazasına sebebiyet vermedim. Üzerimdeki yorgunluğa bir de şaşkınlık ekleyerek devam ettim yola. Daha içerilerine girdim kentin, göbeğine doğru. Sanki buraları da gezmiştim, biliyordum, tanıyordum. Bir nehir geçiyordu ortadan, suları bulanık ve köprüler vardı üzerinde, eski gibi gösterilmiş ancak modern. Sanırım Prag'daydım. Amacım buraya gelmek değildi, fakat uyku sersemliğiyle yolları karıştırmış olmalıydım. Yok yok, burası Prag da değildi. Etraftaki tek tük insanların ne turiste benzer bir yanı, ne de Çekler gibi asık suratları vardı. Arabayı park ettim hemen. Ama kapıyı açar açmaz memleketime has mis gibi börek çörek kokuları geldi burnuma. Aklımı kaçırıyor olmalıydım, oysa ne o kadar yorgun, ne o kadar açtım. Koşar adım ilk gördüğüm dükkanın kapısını açtım. Öyle bir hışımla girmiş olacağım ki içeri; kasada duran genç "Koş geldin abi" dedi tebessüm ederek. Aman Allah'ım, Türkiye'deydim. Kaybolmamıştım. Sadece şaşkındım. Ama gördüklerim neydi öyle? İspanyol tarlaları, Prag sokakları ve Alman evleri? Avrupa krizine mi girmiştim? Var mıydı böyle bir hastalık? Düşündüğümden fazla mı yorulmuştum? Yoksa çok mu cahil kalmıştım memleketim hakkında? Hışmımın şaşkınlıktan kaynaklandığını fark eden gencin önüme koyduğu taze çayı yudumlayıp haşhaşlıyı yerken geldim kendime. Karnımı bir güzel doyurduktan sonra attım kendimi sokaklara, nerede olduğumun bilinci ve keşfetmek arzusuyla. Yaklaşık 2 saat dolaştım kenti. Her adımda hayran kaldım. Temizliğine, düzenine. En son bir caminin bahçesine attım kendimi, biraz soluklanmak için. Caminin bahçesi derken İstanbullular yanlış hayallere kapılmasın, büyük şehirde bu kadar ağaç bir araya gelince "koru" diyorlar adına. Koskocaman tertemiz bir bahçe, sessiz, sakin, huzurlu ve tertemiz. Anadolu'nun bağrındaydım işte. Her şeyiyle Türkiye'nin ortasında. Sonra bulunduğum yerin spor kulübü geldi aklıma. Bir zamanlar 1.Lig'de fırtına gibi esen, müzesinde Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası olan kırmızı-siyahlı takımı düşündüm. Şehirde onunla ilgili gördüğüm tek şey stadın önündeki ürün satış TIR'ıydı. Sonra bu sezon A Kategorisi'ne fırtına gibi girdiklerini hatırladım ve tam o esnada esen rüzgârla birlikte korunun derinliklerinden "Es-Es" sesi geldi kulaklarıma. Tüylerim diken diken oldu. Yavaşça uzaklaştım oradan.