Sabrin sonu ne ola ki?

A -
A +

Dolmuştan inen insanlar, otobüslerin arasından karmaşaya isyan edercesine düdüğünü ötüren vapura doğru koşturuyordu. Ezilme tehlikesi atlatanlar, artık alışılagelmiş çukurlardan slalom yaparcasına atlayanların arasına karışıyordu. Yine tam bir keşmekeş hâkimdi, kış mevsimine inat sonbahardan kalma güneşle yıkanan bir İstanbul sabahında. Salıydı, işe geliyordum. Taksiden inip iskeleye doğru attığım üç beş adımla sağ dizim "Henüz iyileşmedim" dercesine ağrı sinyalleri yollarken beynime, boş düşüncelerle, içgüdüsel olarak gazete bayiine yöneldim. Ezbere bir günaydınlaşmanın ardından koltuğumun altına sıkıştırdığım gazetelerle istikametimi iskeleye çevirdim. Sonra saate baktım ve "vapura daha çok kala"yı gösterdiğini görünce kenardaki büfenin hasır taburelerinden birine iliştim. Dışarıdan bakan ne görüyordu bilmiyorum, ama boş gözlerle bakıyordum gazete sayfalarına, alışkanlıktan olsa gerek, özenle katlayarak çeviriyordum sayfaları, sanki çok değerli bir kitapmışçasına. Oysa biliyorum ki; bizzat hazırlayanlar bile benim kadar değer vermiyordur eserlerine. Böyle garip bir huyum olduğunu fark ettim kendi kendimi dinlerken, yoksa itiraf ettim mi demeliyim? Bilmiyorum, oldu işte bir şeyler. Evet, kişilere kendilerinden çok saygı duymam da bundan olsa gerek. Ben mi çok derin bakıyorum, onlar mı kendilerini küçümsüyor bilmiyorum, böyle garip bir çelişki yaşıyorum. Belki de gözlerimin bozukluğundandır her şey. Tabii bütün bu düşünceler daha yeni yeni canlanıyor aklımda, vapur iskelesinin kenarındaki küçük büfenin, minik hasır taburesine sığışmaya çalışan ben, boş boş baktığım sayfaları özenle katlarken çayımı yudumluyordum sadece. Vapura binmek için kalabalığa karıştığımda herkes gibi yer kapma telaşı içinde olmadığımı fark ettim ve irkildim. Bu nasıl bir duyguydu? Ayakta kalmak gibi bir düşüncem yoktu, aksine gayet emin adımlarla, sanki bana özel ayrılmış bir yer varmışçasına hareket ediyordum. İnanır mısınız, öyle de oldu! Millet bol "üfff"lü pardonlar arasında yer ararken, ben gittim cam kenarında bir yere "cuk" oturuverdim. Kafamı çevirip denize de baktım boş boş. Şimdi hatırlıyorum da, nasıl görmedim suyun üstünde yüzen onca pisliği? Hele vapur tornistan yaptığında dipten yüzeye "bir selam" vermek için fırlayan o kalabalığı! Sanırım bir şeyler eksikti! Akşam vakti, sürpriz bir şekilde kendimi statta bulduğumda yine aynı duygular içinde buldum kendimi. Anlık sanmıştım, yanılmışım. Gün içinde, iş, güç, koşturmaca derken geri plana itilmiş düşünceler, Olimpiyat Stadı'nda hortlayıverdi. Tıpkı sağ dizim gibi, "biz buradayız" hatırlatması yaptılar. Boş gibi görünen tribünlere baktım boş olmayan bakışlarla ve takımlar çıktı bu arada sahaya. Birisi, çok değil 2 yıl önce Avrupa'nın en büyüğü olmuş bu statta... Diğeri bizden biri, Avrupa'ya kök söktürmüş yıllarca. Prestijdi, formaliteydi, iki takım da eksikti, ama maçtı işte sonuçta. Seyrine daldım. Mücadelesi güzel, golleri şık, sonucu hoş oldu. Bir teselli armağanı havasında. Yine bir şeyler eksikti hâlâ, ama bir Sabri vardı ki sahada, "sabrın sonu selamet" dedirtti bana. Olur mu acaba? Yine, yeni, yeniden? Bugün milat desek! 8 Aralık yeniden doğuş desek! Olur mu acaba? Coşar mıyız yine? Yoksa hüsran dolu yıllar mı bekliyor bizi gelecekte? ------- Kanımca! Benim bildiğim tek meslek gazetecilik. Kendimi bildim bileli yaptığım tek iş bu. "Spor gazeteciliği." "Ben telefon biliyorum" misali. Gerçi çok iyi bildiğim söylenemez. Hayatımın yarısını bu "dünya"da geçirmiş olsam da bildiklerim bilmediklerimin yanında "denizde bir kum tanesi" ya da bilmediklerim bildiklerimin yanında "koca bir dağ." Hevesle başlamıştım, aynı şekilde devam ediyorum. Yıllar içinde birçok şeye şahit oldum, pek çok kez "idealist" yanıma darbe aldım. Yine de yıkılmadım. Örnek aldığım insanların savaştığını gördüm ve yeni bir azimle mücadeleye devam ettim. Ama görüyorum ki; savaşı kaybediyoruz. Maalesef bugün spor gazeteciliği, bambaşka bir boyut kazanmış durumda. İlk kıvılcımlarını "Çamur at izi kalsın"la alan "yeni" anlayış, "Düşene sen de vur" boyutuna geçeli çok olmuştu da artık bunu da aştı. Şimdi moda; "Düşene kadar vur, düşünce de canı çıkana kadar tekmele!" Okuyun gazeteleri, seyredin televizyonları, buram buram "sadistlik!" Eminim sizin de mideniz bulanıyordur. Nedir bu başarıyı görmezden gelip, açık arama hastalığı? Bir vahşilik, bir saldırma dürtüsü? Tamam ozon delindi, mevsimlerin dengesi bozuldu? Gazetecilere ne oldu? Bu kan sevdası nereden çıktı? Mutlu olmak için kanla mı yıkanmalısınız? Acı değil miydi paylaştıkça azalan? Mutluluk değil miydi paylaştıkça çoğalan? Yanlış mı öğrettiler, yanlış mı öğrendik? Yok, öyle değilse televizyon ekranlarından birilerini, hiç kimseyi bulamazlarsa birbirlerini parçalamak üzere diş gösterenler kim? Bunun sporla alakası ne? Kanallar mı karıştı? Eurosport ne? Discovery ne?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.