Herhangi bir din, mezhep, doktrin veya felsefî ekol ve sistem hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için onun temel prensiplerinin dayandığı güvenilir yazılı kaynaklara müracaat kaçınılmazdır. Araştırmaya konu olan din veya düşünce sisteminin esas ve aslî yapısını belirleyen sağlam bir kaynağa ulaşma imkânı bulamazsanız o inanç veya doktrin hakkında objektif, bilimsel ve inandırıcı herhangi bir hüküm ve sonuca varmanız mümkün olmaz. Bu bakımdan din, mezhep ve doktrinlerin en eski ve köklü kaynaklarına sahip olmak, ilim adamları için çok büyük önem taşır. Orijinal kaynaklarına ulaşılamayan sistemler hakkında inandırıcı ve sağlam değerlendirmelerden söz etmek kimsenin hakkı değildir. Dinler, mezhepler ve felsefî görüş ve sistemlerin tarihî gelişim seyrini araştıran bilim adamları değerlendirmelerini, tesbît ettikleri kaynakları güvenilirlik derecesine göre belirlemektedirler. Sözgelimi Yahûdîlik hakkında bilimsel bir kanaate sahip olabilmek için, bu dînin temel kaynağı olan Tevrat'la ilgili ciddî ve sağlam bilgileri elde etmenin, araştırmamızın can damarını teşkîl ettiğini peşînen kabul etmeliyiz. Konfüçyüs dîni ve Budizm hakkında konuşanların bunlara ait görüş ve sistemlerini ortaya koyan yazılı vesîkaların ne ölçüde inanılır kaynaklar olduğunu belirlemek durumunda oldukları bilimsel bir zarûrettir. Democrit ve Aristo'dan başlayın da Descartes, Kant ve Bergson'a kadar uzanan filozoflar silsilesini belli değer ölçülerine vurmak da bizi aynı zarûretle karşı karşıya bırakır. Kaynakların sağlamlığı ölçüsünde güven veren bir araştırma ortamında bulunduğumuzu hissederiz. Metodolojide (usûl) inanç ve fikirler hakkında olumlu veya olumsuz, gerçek veya bâtıl, faydalı veya zararlı nev'inden birtakım değerlendirmelerde bulunmadan önce hükme konu olan söz veya görüşün sabit olup olmadığı tesbît edilir. İlmî tabiriyle evvelâ sübût, sonra delâlet konusu ele alınır. Sözün kime ait olduğu belirlenmeden kişiler ve kurumlar hakkında söylenecek sözlerin hiçbir ilmî değeri olamayacağını unutmamak gerekir. Güvenilir kaynaklar İslâmiyet'in temel kaynakları olan Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, objektif kriterlerle incelendiği zaman diğer dinlerin hiçbirinde bulunması mümkün olmayan bir sübût ve güvenilirlikle karşılaşılır. Hem tarihî bir vâkı'a (gerçek) olarak hem de nesilden nesle, asırdan asra intikal ve rivayeti açısından benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve titizlikle korunmuş kaynaklarla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini içimize sindirmiş oluruz. Kur'ân-ı Kerîm, tâ başlangıçtan itibaren hem yazılı hem de hâfıza ve ezbere dayanan yoğun bir ilgiyle büyük kitleler tarafından takip ve muhafaza altına alınmıştır. Bu gerçeği en fanatik ve garazkâr oryantalistler (müsteşrikler) bile itirafa mecbur kalmaktadırlar. Hadîs-i Şerîfler konusu da tarihçileri hayrette bırakan bir ilgi ve araştırma odağı hâline gelmiş, daha ilk asırdan başlayarak hem yazılı hem de şifâhî rivayetlerle kuşaktan kuşağa büyük bir heyecan ve ciddiyetle aktarılmıştır. Cerh ve ta'dîl, nakdü'r-ricâl gibi önemli hadîs tenkîdi çalışmaları "otokritik"in (özeleştiri) nice önemli örneklerini sunmuştur. Bazı art niyetli kişilerin İslâmiyet'i za'fa uğratmaya ve tezyîfe yönelik maksatlarla hadîs diye piyasaya sürdükleri uydurma sözleri sür'atle ortaya çıkarmak için râvî ve senet tenkîdi yanında metin tenkîdi sadedinde yürütülen ciddî çalışmalar sayesinde de hadîslerin sahîh ve sağlam olanları sakîm ve çürük olanlarından ayrılmış, böylelikle İslâmiyet'in bu çok önemli kaynağı araştırmacılar için temel kriter olma değerini korumuştur. Peygamber sünnetini ve hadîsleri "dinde ihtilâf ve anlaşmazlıklara yol açıyor, uydurma" gerekçesiyle sözüm ona dîni müdafaa ve savunma bahanesiyle devre dışı bırakmaya soyunanlar son derece cahilce gerekçelerle kendilerini haklı göstermek istiyorlar. Hem de Kur'ân âyetlerini delil (!) olarak kullanmak suretiyle... Bu zihniyet ve iddia sahiplerinden biri, âyetlerin kronolojik iniş sırasını da karıştırarak Allah hükmüyle (!) Allah resûlünü ihtilâf ve ikilik unsuru olarak ilâna yeltenecek derecede insaf ve hakkaniyeti feda edebilmektedir. "... Bir konu hakkında ihtilâfa düştüğünüzde o anlaşmazlığı hemen Allah ve resûlüne arz ediniz..." (en-Nisâ 59) âyeti ile Cenâb-ı Hak her ne kadar peygamber sünnetine ve sözlerine başvurmayı emretmiş olsa bile daha sonra Allah da (hâşâ) peygamber sözlerinin karmaşaya yol açtığını farkederek "Anlaşamadığınız herhangi bir konuda hüküm (sadece) Allah'a aittir." (eş-Şûrâ 10) emir ve hükmüyle peygambere tanıdığı anlaşmazlıkları çözme yetkisini tamamen kaldırmış, dinde yegâne çözüm yolunun Kur'ân'a inhisar ettiğini ortaya koymuştur (!). Neresinden bakarsanız hiçbir tutar tarafı olmayan bu cahilce demagoji aslında son derece trajikomik bir saplantı şuursuzluğundan başka bir şey değildir. Dinin temel direği Bir kere hâşâ yürürlükten kaldırıldığı söylenen Nisâ sûresinin 59. âyeti, bu hükmü kaldırdığı iddia edilen Şûrâ sûresindeki âyetten kronolojik olarak yıllar sonra gönderilmiştir. Nisâ sûresi bilindiği gibi Medîne dönemi, eş-Şûrâ ise Mekke dönemi âyetlerindendir. Ortada bir nesih olayı söz konusu ise tam tersinden söz etmek gerekir. Ayrıca Allah'ın kendi resûlünü devre dışı bırakması gibi bir durumu da kabullenmek hiçbir akıl ve insaf sahibinin kârı olamaz. Hadîsler her zaman dînimizin temel direği olmaya devam edecektir.