İnsan, dünyaya gözünü açtığında maddî ve manevî çevresine tamamen yabancıdır. İyi veya kötü hiçbir şeyi bilmez. Fakat o, bilgi sahibi olmaya, etrafını tanımaya elverişli ve yetenekli bir potansiyelle donatılmıştır. Nitekim bu husus, âyet-i kerîmeyle de çok açık bir şekilde ortaya konmuştur. "Yüce Allah sizi annelerinizin karnından her şeyden habersiz olduğunuz halde çıkardı. Ama şükrün ne demek olduğunu kavrayasınız diye size kulak, göz ve akıl ihsan etti." (Bkz. en-Nahl 78) Modern pedagoji ve çocuk psikolojisi uzmanları çocuğun doğumundan itibaren eğitim ve öğrenim alanında çizdiği grafiği incelediklerinde günümüz tabâbetinin sahip olduğu harika teknolojinin sağladığı müthiş imkânlarla gördüler ki çocuk beyni doğumdan başlayarak gittikçe komplike ve girift özellikler arz eden bir gelişim süreci izlemektedir. Asırlar önce vurgulandı 1995 yılı kasım ayında Almanya'nın Kuzey Ren Westfalya eyaleti Kültür (Eğitim) Bakanlığı'na bağlı Soest şehrindeki Landesinstitut'te (Eyalet Enstitüsü'nde) bizim de davetli olduğumuz bilimsel toplantıda bir pedagoji uzmanının sunduğu tebliğde çocuğun beyin grafiklerinin zaman içinde nasıl bir gelişim eğrisi çizdiğini hayretle müşahede etmiştik. Bu ilginç expose esnâsında yukarıda meâlini zikrettiğimiz en-Nahl sûresinin 78. âyetinin Almanca meâlini tebliğ sahibine gösterince Kur'ân-ı Kerîm'in asırlar önce böyle bir bilimsel gerçeği çok net olarak vurgulamış olmasından duyduğu hayret ve takdir duygularını, o bilim adamı heyecanla bize ifade etmişti. Âyet-i kerîmede dış dünyayı algılamanın önemli vasıtalarından sadece göz ve kulaktan söz edilmesi ve hem akıl hem de vicdanı beraberce ifadede çok ince bir nükte ve espri taşıyan, daha çok gönül anlamında yoğunlaşan "fuâd" çoğulu "el-ef'ide" tabirinin seçilmesi çok anlamlıdır. Burada âdetâ insan beyninin duyu organlarıyla elde ettiği, algıladığı bilgileri kendi vicdan ve mantık dokusuyla yepyeni bir senteze kavuşturabilme yeteneğine anlamlı bir telmih vardır. Hayvanların duyu organlarıyla algıladıklarını içgüdülerinin kalıplaşmış çerçevesi içinde yekdiğerinden farklı bir terkîbe götürmeleri kesinlikle söz konusu olmadığı halde insan çok değişik bir fikir ve görüş karakteristiği sergileyebilmektedir. Bilgileri değerlendirmek İnsan, varlık âleminde mevcudiyetini devam ettirebilmek için duyu organlarıyla algıladığı yeni bilgileri sür'atle değerlendirmeye mecburdur. Aksi takdirde değişen ve hızla gelişen yeni şartlara uyum sağlayamaz. Yaratılışı, bedenî ve rûhî yapısı onu cehaletle mücadeleye, her an yeni şeyler öğrenmeye âdetâ zorlamaktadır. Bu, maddî ve fizik hayatta böyle olduğu gibi manevî hayat alanında da böyledir. İnsan, varlığını ve kişiliğini korumak için bilgisizlikten kurtulmak, kendi çapında ilim sahibi olmak zorundadır. Yoksa göz göre göre kendini helâke sürüklemiş olur. Günümüz insanı bilim ve teknolojinin sağladığı muazzam imkânlarla hayatını, sağlığını ve esenliğini tehdit eden önemli tehlikeleri daha çocuk yaşındayken öğrenebilmektedir. Söz gelimi "AIDS ve hepatit B" gibi bazı korkunç illetlerin insan için ne kadar ürkütücü belâlar olduğunu en erken dönemlerde öğrenir. Fakat bunların sadece nazarî olarak çok tehlikeli olduğunu bilmek yeterli değildir. Hayatın içinde bunlardan korunmanın çare ve tedbirlerini de uygulamaya koyma mecburiyeti vardır. Bilgi, kendisiyle birlikte aksiyon ve tatbikatı da kaçınılmaz hâle getirmektedir. Önce ilim sonra amel Aslında dînî yaşayışımız da bundan farklı değildir. Hangi dînî vecîbe veya yasağı söz konusu ederseniz edin, önce onun ne olduğunun iyice öğrenilmesi; sonra da öğrenilenlerin ciddiyetle uygulamaya konulması dînî hayatın selâmeti açısından zarurî olduğu gibi salih ve temiz bir Müslüman olabilmenin vazgeçilmez şartı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Adam öldürmek, kul hakkı yemek, insanlara zulüm ve haksızlıkta bulunmanın haram olduğunu, zenginlerin yoksul ve muhtaç kimselere malının Allah tarafından emredilen miktarının zekât olarak vermelerinin farz olduğunu öğrenmek dînen yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vazifedir. Fakat bunların sadece nazarî olarak vazife olduğunu bilmek yeterli değildir. Uygulama noktasında da gereken yapılmalıdır. Önce ilim, sonra da amel yani bilinenlerin uygulamaya konulması, dînî hayatın vazgeçilmez şartlarındandır. Bunun yanında her bakımdan ilâhî hoşnutluğa uygun bir hayat düzenine kavuşabilmek için çok önemli üçüncü bir şarta daha ihtiyaç duymaktayız ki bunun dînî literatürdeki adı ihlâstır. İlim, amel ve ihlâs dînî hayatın kemale ermesinin üç temel şartını teşkil etmektedir. Hadîs-i Peygamberî'de gerçek kurtuluşa ermenin reçetesi, bu üç aslî unsurun tamamlanmasına raptedilmiştir. İhlâs yolunda sınav verenlerin çok ciddî bir uyanıklık içinde bulunmaları gereği de özellikle vurgulanmıştır. Ne mutlu ihlâs ve samimiyeti tehdit eden nefsin riyâ ve gösteriş hilelerinden kendilerini koruyabilenlere!