İnsan, yaratılışı itibariyle sosyal bir varlıktır. Onun yapı ve karakterinin fiziksel, psikolojik ve psiko-sosyal özellikleri onu diğer insanlarla hayatı paylaşmaya, beraberce yaşamaya zorlamaktadır. İnsan, şu veya bu şekilde mutlaka bir başkasına ihtiyaç duymaktadır. Çok sıra dışı olay ve örnekler istisnâ edilir, bir kenara bırakılırsa insanoğlu yeryüzünde var olalı beri toplum içinde yaşamış ve aynı minval üzere yaşamaya devam edecektir. Diğer hemcinsleriyle hayatı belli mecburiyetler ölçüsünde olsun paylaşırken insanların kendi rahat ve huzurlarını korumak için koydukları ve benimsedikleri birtakım kural ve normlar vardır. Bunlar, toplumun huzur ve istikrarının vazgeçilmez unsurlarıdır. Toplumu ayakta tutan bu hayatî kurallar arasında ahlâkî norm ve telâkkîler çok önemli bir yer işgal eder. Hukuk kurallarını çiğneyenler, kanunlarla belirlenmiş müeyyidelerle (yaptırımlarla) cezalandırılırken cemiyetin ahlâk anlayış ve düzenine aykırı davrananların yaptıkları eğer yasalarla yasaklanmış davranışlardan sayılmasa bile toplumun olumsuz tepkisiyle en ağır şekilde karşılığını bulmalıdır. Aksi takdirde sosyal hayatın bütün huzur ve âhengi temelinden sarsılır. Ahlâk kuralları, her ne kadar yazılı metinler hâlinde bulunmasa bile hem teorik hem de pratik olarak asırlardan beri kuşaktan kuşağa varlığını ve etkisini sürdürmektedir. Hukuk kaide ve esaslarının yasalarla desteklenmiş olması onlara daha güçlü bir yaptırım avantajı sağlamaktadır. Fakat bu yaptırım; kanunî güç ve takibin ulaşabildiği noktaya kadar etkilidir. Daha sonrası kişinin vicdanına kalmıştır. Teori yeterli değil Ahlâkî kural ve telâkkîler ise sadece nazarî (teorik) kabul ve telkinlere değil de ayrıca manevî inanç ve sorumluluk anlayışına da dayanıyorsa onların toplumdaki etkisi çok daha köklü ve kalıcı olmaktadır. Aslında ahlâk felsefesiyle uğraşanların yüzyıllar boyunca "Etik" başlığı altında yaptıkları tartışmalar insanlık âleminin entelektüel seviyede ahlâk konusunu sürekli gündemde tutması açısından çok önemlidir. Fakat bütün bu teorik çekişmelerin insan toplumlarının moralite ve pratik ahlâk problemlerine istenilen anlamda ilâç olamadığı da tarihî bir gerçektir. Dînî ve manevî inançlardan soyutlanmış bir ahlâk anlayışının tarihin hiçbir döneminde toplumlara huzur ve istikamet kazandırdığı görülmemiştir. Ama bunun aksi her zaman ve her şartta çok şaşırtıcı tecellî ve tezahürlerle kendini göstermiştir. Sosyo-ekonomik açıdan büyük sıkıntı ve problemlerin içinde bunalan nice toplumlarda sosyal patlama, mala, meskene ve ırza tasallut gibi korkunç anarşik oluşumlar beklenirken sırf manevî sorumluluk sayesinde bu dehşet verici beklentiler yerini umulmadık bir sabır ve tahammül gösterisine terk etmektedir. İmanlı insanların davranışlarına yön veren günlük hayatla özdeşleşmiş öyle pratik ahlâk uygulamaları vardır ki buna İslâm literatüründe "Edep" denilmektedir. Edep, pratik ahlâkın en feyizli kaynağını teşkîl eder. Edep, her şeyden önce kişiye haddini ve hareket serbestîsini (özgürlüğünü) gösteren ölçü ve sınırdır. Kısacası edep, haddini bilmek demektir. Edepli insan saygı ve şefkatin hangi noktalarda kesiştiğini çok iyi bilir. O, sadece güzel ve üstün ahlâk sahibi olmakla kalmaz. Aynı zamanda örnek bir insan, ideal bir vatandaş olur. Sosyal hayatın bütün gereklerine olabildiği ölçüde uygun yaşama çabası içinde olduğundan kanun ve düzeni ihlâl edecek davranışlara kesinlikle bulaşmaz. Antisosyal, anarşist, kanun ve devlet düşmanı olmak onun için en yüz kızartıcı ve edep dışı özellik olduğundan edepli olmanın kendisine kazandırdığı vakar ve olgunlukla toplum huzur ve âhenginin mimarı olmaya büyük özen gösterir. Kulluk görevi Edep, hem yüce Allah'a karşı hem de diğer insanlara karşı kulluk ve insanlık icabını yerine getirmenin adıdır. Hazreti Mevlânâ, Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetlerini istisnâsız edep manâsıyla eşanlamlı saymıştır. Edep, inançlı kişilerin inanarak ve severek hayata geçirdikleri bir soylu yaşayış biçimidir. Edepli insanlar, karşılarındakilere ellerinde olmaksızın saygı ve sevgi telkin ederler. Edepsiz ve arsız kişiler ise toplumda sosyal mevkî olarak imrenilecek mertebelere yükseltilseler de bekledikleri samîmî ve candan saygı ve sevgiyi hiçbir zaman bulamazlar. Ne mutlu edepli olmanın manevî hazzını tadanlara!