Yaklaşık 15 asır önce bir mübarek ramazan gecesinde dünya semâsını nûra gark eden Kur'ân-ı Kerîm, insanlar için çok muazzam bir hidayet ve iman kaynağıdır. O, beşeriyeti hakikate yönlendirecek bütün uyarı ve işaretleri içinde toplamıştır. İnsanoğlunun düşünce ve değerlendirmelerine temel teşkîl edecek prensipler Kur'ân-ı Kerîm'de çok açık ifadelerle yer almıştır. Son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafâ, Cenâb-ı Hakk'tan alarak kelimesi kelimesine aynen tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in aynı zamanda ilk ve en büyük müfessiridir. Açıklanmasına lüzum gördüğü âyet-i kerîmeleri ilâhî ta'limata uygun şekilde tefsîr etmiş, açıklamıştır. Aslında inanılması gerekli hususlarda Kur'ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler ve ashâb-ı kirâmın beyanlarında her şey bütün açıklığıyla ortaya konulmuştur. Asırlar boyu İslâm âlimleri gerçeğe ulaşma yolunda îfâ ettikleri kılavuzluk hizmeti ile muazzam bir kütüphanenin vücut bulmasını sağlamışlardır. Şayet, iman konularına gönülden inanabilme mevzuunda bazılarının sıkıntı ve problemleri varsa bunun, bilgi eksikliğinden değil de daha çok imana yönelme hususundaki gevşeklik ve gayretsizlikten kaynaklandığını düşünmek gerekir. İman, sadece akıl ve mantıkla belli prensipler çerçevesinde çeşitli değerlendirmeler yaparak belli bir sonuca varılabilecek bir olgu değildir. Bütün bunların ötesinde iman; bir vicdan ve kalp işidir. İnsan derûnunda (iç dünyasında) parlayan bir nurdur. İman şavkının gönül fenerini ışıtması ilâhî hidayet ve inâyete bağlıdır. Allah hidayete erdirmedikçe bir kimsenin iman nuruna kavuşmasına imkân yoktur. Vaazlar, nasihatler, ikaz ve tehditler, hikmetli sözler her ne kadar iman yolunu açmakta çok büyük faydalar sağlıyorsa da nihâî hidayetin gerçekleşmesi Allah'ın iradesine bağlıdır. Yetki sadece Allah'a aittir Hiçbir peygambere ve meleğe, hattâ peygamberlerin sonuncusu olan Resûl-i Ekrem Efendimize bile böyle bir yetki konusunda ayrıcalık tanınmamıştır. Peygamberimiz de dahil olmak üzere bütün peygamberlerin vazifesinin tebliğden (ilâhî emirleri bildirmek ve aktarmaktan) ibaret olduğu ısrarla ve defalarca vurgulanmıştır. Hz. Peygamber, gerek çocukluğunda gerekse peygamberliğinin ilk yıllarında kendisine maddî ve manevî destek sağlama konusunda büyük fedakârlık gösteren amcası Ebû Tâlib'in hidayete ermesi konusunda çok istekli ve ısrarlıydı. Fakat bütün gayret ve arzusuna rağmen onun imana erdiğini ifade eden şehadet kelimelerini telâffuz etmesini sağlayamadı. Nitekim el-Kasas sûresi 56. âyet-i kerîmesinde Peygamber Efendimize hitâben "Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak yüce Allah dilediğine hidayet verir. O, hidayete erenleri çok iyi bilir." buyrulurken bu konuya işaret edilmiştir. Evet, hidayete nâil olmak için ilâhî iradenin tecellîsi şarttır ama bu arada kulun kendi yöneliş ve isteğini hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir. Kul imana ermekte azimli ve istekli olmadıkça ve gönlünde iman davetine içten gelen bir yöneliş bulunmadıkça bu büyük ni'mete kavuşması hayal olur. Kur'ân-ı Kerîm'de insanın iç dünyasının imana hazır ve elverişli hâle gelmesinin bazı önemli belirtileri zikredilmiştir. Gerçi bu alâmetler bizâtihî iman varlığına işaret olarak gösterilmiştir ama, iç dünyamızda yaşadığımız bazı manevî duygu yoğunluğunun bizi hangi mutlu sonuçlara taşıyacağını âdetâ önceden sezebiliriz. Bu da imana erecek kimsenin derûnunda bazı kıpırtılar hissetmesinin kaçınılmazlığı anlamına gelir. Meselâ; Enfâl sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde "Gerçek mü'minler, kendilerine Allah adı anıldığında yürekleri korkuyla dolan, yanlarında Kur'ân okunduğu zaman imanlarının güçlendiğini hisseden ve Rablerine samimiyetle güvenen kimselerdir" buyrulmaktadır. İç dünyasında bu çeşit bir etkileşim olgusunu yaşamayanların dînî bilgi ve malûmatları ne kadar çok olursa olsun kendilerini iman etmeye hazır veya iman nuruna kavuşmuş olmanın bahtiyarlığı içinde saymalarına imkân yoktur. Zaten ez-Zümer sûresinin 22. ve 23. âyetlerinde bu gerçek bütün açıklığı ile ortaya konulmuştur: "Yüce Allah'ın, kalbini İslâm'ı kabûle hazır hâle getirdiği kimse, aslında Rabbinin ihsan ettiği bir nura kavuşmuştur. Allah'ı anmaktan gafil kalarak kalpleri katılaşanlara yazıklar olsun, onlar açık bir sapıklık içindedirler. Allah, sözlerin en güzelini (Kur'ân-ı Kerîm'i) âyetleri birbirine benzeyen ve zaman zaman tekrarlanan bir kitap olarak göndermiştir. Kulun samimî niyetinin önemi Allah'tan korkanların bedenleri Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyince derin bir ürpertiyle sarsılır. (Kur'ân okudukça ve dinledikçe) onların organları ve gönülleri Allah'ı anmaya yatkın ve elverişli hâle gelir. Bu, Allah'ın öyle bir hidayetidir ki, onu dilediklerine bahşeder. Allah'ın dalâlete düşürdüğü kimseyi doğruya erdirecek yoktur." Görüldüğü gibi hidayette de dalâlette de son söz Cenâb-ı Hakk'a aittir. Fakat her ikisinde de kulun samimî niyet ve kesbindeki (yönelişindeki) önemli payı hiçbir zaman unutmamalıyız. Rabbimiz bizlere gerçek imana ermenin hazırlıklarıyla Kur'ân-ı Kerîm'e ve Hak rızasına yönelmenin samimî arzu ve heyecanını nasip etsin! Âmin!