Özgüven

A -
A +

Mü'minlerin özellikle âciz ve çaresiz kaldıklarında çoğu zaman gayriihtiyarî (farkında olmaksızın) tekrarladıkları mübarek bir ibare vardır: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" "Güç ve kuvvet ancak yüce Allah'a aittir ve ancak O'nun ihsan ve inayetiyle güçlü olunabilir" anlamındaki bu feyizli cümle, aslında eşanlamlı (müterâdif) iki kelime olan "havl ve kuvvet" tabirlerinden sadece kuvvetin zikredildiği bir âyet-i kerîmeden (el-Kehf, 39) kısmen iktibastır. Fakat çeşitli sahih rivayetlerde Hazreti Peygamberin s.a.s. iman ehline ısrarla telkin ve tavsiye ettiklerini belirtmek ve hatırlamak gerekir. Hak dostlarının dillerine pelesenk ettikleri (doladıkları) bu özlü teslimiyet ve iman ifadesi, insan hayatında çok hikmetli ve bazen de gizemli tecellî ve oluşumların müjdecisi olmuştur. Bitme, tükenme ve mutlak iflâs durumuna geldiğini düşünen çaresiz insanlar için en güçlü necât (kurtuluş) ümidi ve kaynağıdır. Onu bütün ihlâs ve samimiyetiyle okuyan kişi sanki yeniden doğmuş olur, ardı arkası kesilmeyen terslik ve olumsuzlukların yeis bulutlarıyla kararttığı dünyası âdetâ ilâhî feyiz ve nurların ışıltısıyla yeni baştan parlamaya, ufku alabildiğine aydınlanmaya başlar. Sünnetullah Modern psikoloji, sosyoloji ve hattâ daha ziyade patolojik vak'alarla, ruhsal dengesizliklerle meşgul olan psikiyatri uzmanları sağlıklı, istikrarlı (oturmuş) bir kişiliğe sahip olabilmek, ciddî ve zor durumlar karşısında dayanıklılık ve direnç gösterebilmek için insanlarda özgüvenin (nefse itimat) çok önemli, vazgeçilmez temel unsur ve şart olduğunu söylerler. Onların bilimsel veriler ve yaşanmış tecrübelerden hareketle iddia ve tezlerindeki haklılığı kanıtlama yolunda ortaya koydukları argümanları elimizin tersiyle bir kenara iterek bencil ve umursamaz bir tavır içine girecek değiliz. Çeşitli vesilelerle belirtildiği gibi Cenâb-ı Hak bu dünyayı sebepler âlemi olarak yaratmış ve yeryüzünde vukû bulacak olayları belli bir kanun ve sisteme bağlamıştır. Kur'ân-ı Kerîm dilinde bu sistem ve prensibin adı "sünnetullah"tır. İslâm literatüründe buna âdet-i ilâhiyye de denir. Dünyadaki bütün oluşumlar belli sebeplere bağlanmıştır. İnsan, içinde bulunduğu şartlarda elbette ki sebep-netice ilişkileri arasındaki pozisyonunu ve olaylara ne şekil ve ölçüde müdahil olması gerektiğini tesbît edecek, kendisine düşeni yapmanın lüzum ve sorumluluğunu bilecektir. Özgüven denilen şey, kişinin elinde bulundurduklarının girdiği hayat mücadelesinde kendisine ne ölçüde vefa ve kifayet göstereceğini (yeteceğini) hesaplayarak mevcut durumun yeterli olduğuna inanması ve güvenmesi anlamındaysa ortada büyük ve uzlaşılmaz bir görüş ayrılığından söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü aklı başında, gerçekçi her insan gibi mü'min de hiçbir zaman olayların içine körü körüne girmez. Üstesinden gelinemeyecek teşebbüslerin, altından kalkılamaz ağırlık ve yüklerin kendisi için bir felâket olmasa bile en azından itibar kırıcı bir fiyasko olduğunu çok iyi bilir. Onun iman ve ahlâk eğitimi öyle bir anlayış ve yaklaşımı gerçekleştirecek doğrultuda verilmiş olmalıdır. Olağanüstü ikramlar Gücün ve kuvvetin gerçek anlamda sadece yüce Allah'a ait olduğuna inanan kimse ilâhî emanet ve ihsan olarak kendisine bahşedilen imkânların ötesinde olağanüstü tecellîlerin, akıllara durgunluk veren harika ve kerametlerin beklentisi içine girerek şahsî ve beşerî sorumluluklarını unutmaz. İslâmî edepten nasiplenmiş, dengeli bir müslüman çok üstün haslet ve özelliklere sahip, velâyet mertebesine ulaşmış ulu şahsiyetlerin bile Allah'tan keramet beklemeyi büyük ve affedilmez bir edepsizlik saydığını çok iyi bilir. Evet Kerîm olan yüce Allah dilediğine neler neler ihsan eder! Fakat haddini bilen edepli bir mü'min hiçbir zaman Rabbinden olağanüstü ikramlar beklemez. Modern bilim adamlarının tarif ve belirlemelerine uygun olarak inançlı kişiler de statükoyu çok iyi tesbît eder, mevcut durumun olayların akışı içinde kendisine hangi noktaya kadar yeteceğini düşünerek gerçekçiliğin icaplarına uyarlar. Yalnız burada mü'minin düşünce ve telâkkîsinde kendisine özellik kazandıran çok anlamlı ve nükteli bir karakteristik bir nüans vardır ki onu göz ardı etmemek gerekir. Mü'min bizzat kendisine değil; ona bu güç ve imkânları bahşeden Allah'a güvenir. İlâhî güç ve kuvvete güvenip iltica etmesi, mü'mini olaylar karşısında hazırlıksız, tedbirsiz ve vurdumduymaz olmaya değil bilâkis edepli davranışın gereği olarak daha da dikkatli ve hazır olmaya sevk eder. Üstelik elindeki kısıtlı imkân ve gücün kaynak ve tasarrufu tamamen kendi dışında olduğundan en küçük bir terslik hâlinde umulmadık panik ve telâş belirtileri göstererek kendine güvenini ânında kaybetmez. Aslında mevcut durumun tanıdığı imkânların boş gurur ve kuruntusu özgüvenin bazen en onulmaz düşmanı olabilir. Halbuki ilâhî emanet olarak sahip olduğu güç ve kuvvetin sadece Allah'a ait olduğuna inanması insanı hayat mücadelesinde her bakımdan daha büyük ve sarsılmaz bir moral gücüne kavuşturur. Herhangi bir sebeple sonuç, beklenmeyen şevk kırıcı bir şekilde tecellî etse bile mü'min bunda ilâhî bir hikmet olduğunu düşünerek yeni teşebbüsler için şevk ve heyecanını tazeleme yolları arar. Moral, öyle bir derûnî kuvvettir ki, ona sahip olan dünyada da âhırette de gerçek felâh ve mutluluğu yakalamış olur. "Lâ havle" cümlesini samimiyetle okuyan Hak erleri öyle bir teslimiyet ve imana ererler ki onlar için dünyada da ukbâda da korku ve hüzün yoktur. Çünkü onlar Hak sevgisine kavuşmuş yüce velilerdir. Ne mutlu böylelerinin sevgi ve bağlılığını sadece sözde bırakmayıp onların müstesnâ ahlâk ve özelliklerini kazanma yolunda gayret ve şevke gelenlere!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.