Batı’nın ‘romantik’ silahı

A -
A +

Roman denen edebî tür aslında Kilise’nin “günah çıkarmak” müessesesinden doğmuştur. Günah çıkarmak sonradan bir ifşâ yoluna dökülmüş, günahkâr olan kişi günahlarını râhibe söyleyeceğine kendi nefsine söylemiş, yaptıklarını veyâ yapamadıklarını hayâlhânesinden kâğıda dökmüştür.

 

 

 

Rus romanları biraz daha ahlâkîdir. Bu romanlarda Hristiyanlık da önemlidir.

 

 

 

Roman insanları hayal kurmaya ve teşhîse (şahıslandırmaya) zorlar.

 

 

 

 

 

 

 

Tanzîmat’la başlayan Batılılaşma sürecinde bu devrin gazeteci ve şâirleri için yeni bir pencere açılmıştı: Roman… Gazetecisi, şâiri bu yeni türü sevdiler. Tiyatro da çok tutulmuştu ama o masraflıydı. Mekân, kostüm vs. bunlar paraya taalluk ediyordu. Roman öyle mi? Bastır ve sat...

 

Şâir mi, târihçi mi, gazeteci mi, romancı mı, tiyatro yazarı mı ne diyeceğimizi bilemeyeceğimiz Nâmık Kemal hepsini denemiştir. Orta derecede bir şâir, alelusul bir gazeteci ve basit bir romancı olan Kemal’in en başarılı olduğu alan târihçiliğidir. Onun “Evrâk-ı Perîşân”ı bayağı iyi bir denemedir.

 

 

 

 

GÜZEL BİR TESPÎT

 

 

Her Tanzîmatçı gibi Kemal de romanı sevdi. Romanı halkın tutması dışında onları en çok celbeden Batı markalı olmasıydı. Her şeye rağmen ahlâkî hassâsiyeti bakımından onun “Celâleddin Harzemşâh” mukaddimesi incelenmeye değerdir. Kemal burada şöyle der:

 

“Tarz-ı Cedîd”in (yeni tarz) zuhûrundan beri edebiyatta üç yeni şube meydana geldi ki, biri makâlât-ı siyâsiyye (siyâsî makâleler) biri roman biri de tiyatrodur. Romandan maksat, güzerân etmemişse (geçmemişse) bile güzerânı imkân dâhilinde olan bir vak’ayı ahlâk ve âdât (ahlak ve örfler) hissiyât ve ihtimâlâta (duygu ve olabilirlik) müteallik (alakalı) her türlü tafsilâtıyla berâber tasvîr etmektir.

 

Avrupalılar roman yolunu o derece ileri götürmüşlerdir ki, bugün bir mütemeddin (medenî) milletin lisânında ahlâka, hattâ bir dereceye kadar maarifçe istifâde olunacak binlerce bulunabilir. Hattâ içlerinde Walter Scott gibi Charles Dickens gibi, Victor Hugo gibi Alexander Dumas gibi meşâhirin (meşhurların) bâzı hikâyeleri (yazarın burada roman ve hikâyeyi aynı görmesi gariptir) şu asr-ı medeniyette medâr-ı mübâhat (övünç vesilesi) olan âsâr-ı muhallededen (ölmez eserlerden) addolunmaktadır. Şâyân-ı ibrettir ki Victor Hugo’nun “Les Misérables” (Sefiller) hikâyesi (aslında roman) daha te’lîf olunurken dokuz lisana tercüme edilmiş, Fransızca birkaç şekilde tab’ olunduktan sonra bir büyücek kıt’ada resimli basılarak 150.000 nüsha satılmıştır.” (Celâleddin Harzemşâh Mukaddimesi, Nihad Sâmi Banarlı, Metinlerle Türk ve Batı Edebiyâtı III, Remzi Kitabevi İstanbul, s.63)

 

Görüldüğü gibi Batı’da da yeni bir tür olan roman, Tanzîmat’la hemen bize de gelmiştir. Bizim Tanzîmatçılar 19 asır Fransız ve İngiliz romanlarının büyülü dünyâlarına kendilerini kaptırmışlardır.

 

Bizde ilk roman olarak bilinen Şemseddin Sâmî’nin “Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat” (Tal’at ve Fitnat’ın Aşkı) Batı roman tarzını andırsa da N. Kemal’in “Mukaddime”de de bildirdiği gibi her şeye rağmen ahlâkîdir. Hattâ Namık Kemâl’in ilk romanı olan “İntibâh” da ahlâka çok mugâyir şeyler göremezsiniz. Neden? Osmanlı toplumu 19 asırlarda bunun ötesini kaldıramazdı ki.

 

“Sefiller” bütün Batı’da bir anda yayıldı; çünkü Batı’nı ahlâk düzeni ve kilise anlayışı total bir Hristiyan yaşayışıdır. Sen, İslâm ahlâk ve töresi ile Batı’ya roman mı okutacaktın? Biz tamâmen Batı’ya açıldıktan ve hattâ Nobel ödülü aldıktan sonra bile halkımız hâlâ Doğuludur; eksiklikleri da olsa Müslümandır ve dînini ve törelerini alenen tahribine rızâ göstermez. Onun için bizde aslâ ve kat’â Batı skalasında bir romancı olmayacaktır.

 

Devlet opera ve bale programları elitist bir grubu ilgilendirse bile, halkı hiçbir zaman bağlamaz. Çünkü biz hâlâ Doğulu ve hâlâ Müslüman bir toplumuz.

 

 

 

 

BATI’DA İNTİKAM ZAMÂNI

 

 

Şurasını açıkça belirtelim ki, Batı Orta Çağ’ın baskı ve işkence ile hatırlanan kilise taassubunu hiç unutmamıştır. İlk Çağ’ın felsefe ve bilim duvarını yıkan bu karanlık devirler, Batı için kara bir lekedir. Batı’yı en çok etkileyen şey savaşlar değil, felsefî akımlardır. Batı’yı Batı yapan klasik Lâtin ve Helen kültürünü yok sayan Orta Çağ, onların unutmak istediği bir dönemdir.

 

Filozoflar delilli veyâ delilsiz Allâh’ın birliğini kabûl etmekle birlikte trinite (teslis, üçlü tanrı) fikrini savunmuşlardır. Bunu anlamak da zordur. Çünkü filozofların dînî mes’elelerle alâkaları yoktur. (Skolastik felsefe hâriç)

 

Luthercilik veyâ diğer adıyla Protestanlık felsefenin de üzerinde yeni bir reformist din anlayışı getirmiştir. Orta Çağ boyunca tek hükümran fikir olan üçlü tanrı, kilise adına kânun koyan ve uygulayan Papalık (Katolik) sistemini kökünden sarsmıştır.

 

 

 

 

 

İSLÂM TOLUMU BU ASIRLARDA NE YAPIYORDU

 

 

 

İslâm toplumunda 11. asırdan îtibâren başlayan müspet ilimlerin ışığı altında bir aydınlanma dönemi yaşanmaktaydı. Batı karanlığa gömülürken, İslâm dünyâsı ilmin aydınlığında muazzam bir devir idrâk etmekteydi. Bu arada felsefe ile uğraşan âlimler oldu ise de Allâh’ın varlığını sorgulama gibi bir yanlışa düşülmemekle birlikte, i’tikâdî konularda bir ayrışma yaşanmıştır. Bu konular tekvin ve rûh konuları ile ilgili kelâm konuları idi. Tabîî, yetişen kelâm âlimleri de bu açığı kapatmakta başarılı oldular.

 

19. asırda başlayan Batı tarzı sorgulama Osmanlıyı da rahatsız etmeye başladı. Orta Çağ karanlığından çıkan Batı’nın haklı sorgulamaları aslında Osmanlının hiç konusu olmamalıydı. Ama oldu… Yusuf Kâmil Paşa’nın tercüme ettiği “Fenelon’un Mâcerâları” adlı eser, 18. asrın önemli eserlerinden biridir. Bu eser, Batı’da roman hakkında önemli bir ipucudur. Burada Fransa kralının gelecekte eğitimi için 1699’da yayımlanan bu kitap, Yunan mitolojisinden alınarak devletin ve devlet adamlarının nasıl olacağını anlatan bir eserdir. Yunan mitolojisi Batı’nın can suyudur.

 

Tanzîmat’la birlikte Şinâsî, Ahmed Vefik Paşa, Yusuf Kâmil Paşa ve Direktör Âlî Bey gibi isimler Klâsisizm kapsamında Felsefî ve dînî romantizmin büyüsünde sistemin etkisi altında kalmışlardır.

 

Hazret-i Peygamber’in başlattığı İslâmî devlet şekli ve devlet adamlığı, kimliğini Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği emirler ve Medîne Devleti ile başlattığı sistemden almıştır. Bu sistem 1920’lere kadar da böyle gitmiştir.

 

11. yy’larda Aristo felsefesi ile Dogmatiklerin kozmik anlayışı ve Eflâtun devletçiliği Nizâmiye Medresesi ve İmâm-ı Gazâlî gibi âlimleri teorileriyle gerçek bir tartışma konusu olmuştur. İslâm âlimleri Dogmatiklerin birçok konudaki ilmî fikirlerini kabûl etmekle birlikte, ba’s ve ruh konularındaki İslâmî akîdeye ters düşen fikirlerle çetin bir mücâdeleye girmişlerdir. Yaklaşık 8 asır yerleşen ve tartışılmayan bu konular, Batı te’sirindeki Tanzîmat’la birlikte tekrâr tartışmaya açılmıştır. Vahdâniyet fikri tartışılmasa da İslâmî objektivizm denilen çarpık fikirler Osmanlı elitlerini düşündürmeye başlamıştır.

 

 

 

BATI NE YAPTIĞININ FARKINDAYDI

 

Batı, Orta Çağ Kilisesi’ne hep bir intikam hırsıyla bakmıştır. Ferdî hürriyet ve hüviyetleri yok sayan bu çağ, yeni nesil Batı tarafından lanetle anılmıştır.

 

Avrupa, Orta Çağ’ı hatırlamak bile istemez. Volter bu konuda şöyle der: “Târihin dört mutlak çağını meydana getirenlerden biri olmaktan çok uzak olan Orta Çağ, barbarlık, akıldışılık (irrasyonalite) ve bâtıl inançlardan oluşan bir dönemi ifâde eder. Orta Çağ’ı incelemenin insanlara aptallıklarını hatırlatmaktan başka faydası olmayacağı yönündedir.” Deneme adlı eserinde Volter, “Orta Çağ’ın târihini bilmek, sâdece aşağılamak için gereklidir” der. (Batı’ya Yön Veren Netinler, I, Kökler,/ Orta Çağlar, (+ - 1350) Derleyen Alev Alatlı, Ekim 2010, İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı, Kapadokya, MYO, s.205)

 

Ahlâkî sistemde Orta Çağ ile tam ters düşen yeni Batı’da sistem tamâmen ters işlemektedir. Nikâhın bozulmasını yok sayan ve ters ilişkilere karşı çıkan Vatikan, zâten Protestanlık ile kökünden sarsılırken, bâkirelik ve cins ayrılığı fikri de yeni düzende yerini almıştı. Artık Batı’da fâhişelik diye bir kavram yoktu. Adı cinsel özgürlüktü. Aynı evde nikâhsız yaşayan evli olmayan çiftler partnerlik adı altında devlet güvencesinde yaşıyorlardı. Çocuk doğumları, bitmeye yaklaşan evlilikle berâber son derece azalırken, gayr-i meşrû çocukların sayısı da artıyordu. (Aslında Batı için veyâ Hristiyanlık için gayr-i meşrû’ lâfı yanlıştır. Zâten onların şerîatle yakından uzaktan alâkaları yoktur.) Avrupa nüfûsu onların hiç umursamadığı veled-i zinâ bir topluluk hâline gelmeye başlamıştır.

 

Batı standartlarını hedef alan toplumumuzda da bu tür gayr-i İslâmî bir nüfus çoğalmaya başladı.

 

İslâmiyet’in kabûl etmediği dünyâdan el etek çekerek mücerret yaşama demek olan ruhbanlık, Orta Çağ Kilisesi’nin hem prestiji hem de cezâî sistemi olarak geçerli idi.

 

Yeni yüzyıl Batı’sı, kiliseye âit nikâh ve parlamento yemin törenleri dışında ibâdete âit bütün kuralları hemen hemen yok sayıyordu. Her türlü ahlâksızlığı yapan da boynuna put takıyor, papazlar da aynı şeyi yapıyordu. Kiliseler ikindilerden sonraki nikâhların kıyıldığı bir nikâh bürolarına dönerken, büyük katedraller turistlerin seyir karargâhı olmaya başladı.

 

Cinsel hürriyet toplumu etkilediği gibi kiliseleri de etkiledi. Artık râhibeler de her türlü çılgınlığı yapabiliyorlardı.

 

Önceleri kiliselerin sosyal ve siyâsî aktiviteleri yoktu. Orta Çağ’da hukuk da devlet de kiliseydi, ama 1800’lü yıllarla artık ne eski kilise ne de râhip ve râhibeler o eski insanlardı. Eski devirlerin aforoz, engizisyon (Lâtince inquisitio, sorgulama) sistemi de bitmişti.

 

Batı’nın yeni lâik ve seküler sistemi aslında tam da kendi hayatlarını yansıtır. Kilise’den intikam alırlarken aslî hayatlarına dönmüşlerdir. Zinânın ve homoseksüelliğin tavan yaptığı Batı’da kiliseler bunların dışında kalabilir miydi?

 

 

 

 

ROMAN TÜRÜ VE KİLİSE

 

 

Roman denen edebî tür aslında Kilise’nin “günah çıkarmak” müessesesinden doğmuştur. Her türlü günâhı işleyebilen bir Hristiyan, kilise râhibine yaptığı bütün kirli işlerini anlatır, papaz efendi bunları dinler -bunda tek gizlilik günahkâr ile râhip efendi arasındaki bir kafesli bölmedir- ama her ikisi de birbirlerini rahatça görürler. Papaz kural gereği mücrimin yüzüne bakmazken, mücrim bütün dikkatini ve bakışlarını papaza çevirir ve işlediği her suçu eksiksiz anlatır. Papaz da onu affederek “pîr ü pâk” eyler ve diğer günahları işleme süreci için de startı vermiş olur!

 

İslâmiyet’te günahlar ancak tövbe yoluyla Allâhü teâlâya açılır. Kul kimdir ki kulun günâhını affedebilsin! Rabb’imiz Kur’ân-ı hakîmde “Ey kendilerine yazık eden kullarım, Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allâh suçların hepsini bağışlar. Şüphesiz o çok bağışlayıcıdır ve engin bir merhamet sâhibidir.” (Zümer Sûre-i celîlesi 53. âyet meâli) İşte hâdise bu: Kul bir günâh işlerse ve hakkıyla pişmân olursa, onu bağışlayacak ancak Allâhü te’âlâdır.

 

İşte bu “günah çıkarmak” sonradan bir ifşâ yoluna dökülmüş, günahkâr olan kişi günahlarını râhibe söyleyeceğine kendi nefsine söylemiş, yaptıklarını veyâ yapamadıklarını hayâlhânesinden kâğıda dökmüş ve aslen kendi karakterini veyâ kendi “idolünü” roman figürü olarak canlandırmıştır.

 

Batı’da Rus romanları biraz daha ahlâkîdir. Rus romanlarında Hristiyanlık da önemlidir. Bunun sebebi de Ortodoks sisteminin romanlara yansıtılmış olmasıdır.

 

 

 

 

ROMANLARIN SENARYO OLARAK SİNEMAYA TESÎRİ

 

 

Roman insanları hayal kurmaya ve teşhîse (şahıslandırmaya) zorlar. Bunlar sinemaya aktarıldığı zaman görsel izleme, teşhis zorlamasını yok ederek sâde olayları tâkibe başlar. Bu yol çok daha etkilidir. (İleride bizdeki roman türünü bağımsız olarak ve genişçe işleyeceğiz.)

 

Bizde devrin getirdiği popüler sistemin etkisinde din adamlarına ve dindarlara dolaylı saldırılar başlamıştır. Burada şunu belirtelim ki, bizde Batı’daki gibi din doğrudan hedef alınmamıştır. Çünkü her şeye rağmen halk buna hazır değildir. Giderek din adamları ve dindar kesim hedef tahtasına konmuştur.

 

Bir gazetede 1957 yılında Turhan Selçuk tarafından “Abdülcambaz” adlı çizgi roman o zamanın ham hayâli olan kara sakallı ve cübbeli softalarla(!) çarşaflı kadınları aşağılayan bir serüvendir.

 

Savaşlar ve istilâlar halkın kültürünü ve dînî duygularını yok edemez; aksine güçlendirir. Fransızlar Maraş’ı istilâ edince bir kadının çarşafını açan Fransız askeri, Sütçü İmam kalkışmasının sebebidir. Bu müthiş mücâhid “hür olmayan yerde Cum’a namâzı kılınmaz” diyerek kıyâmın sembolü olmuştur.

 

 

 

 

YA BİZİM ROMANIMIZ

 

 

Düşmandan gelen saldırılar kültürü, dînî, millî hüviyeti bilakis diriltir; direnç sağlar. Bu, iç otoriteden kaynaklanırsa halk karşı gelemez. Devrimler zamanla ya kökleşir veyâ giderek tartışılır hâle gelir.

 

Bizim sosyal hayâtımız her şeye rağmen hâlâ Batı benzeri değildir. 1960’lara kadar seküler kesimin beklediği konular, evvelâ sosyalist-komünist akıma uyma, sonra da dînî istihfâf etme (hafife alma) ve Batı hayat tarzına entegrasyon çabaları ile geçmiştir.

 

Batı gizli oynamaz; hedefi bellidir. O da toplumlarını isteği ve yaşayışı doğrultusundadır.

 

Bizim toplumumuz hâlâ bir Doğulu ve İslâm karakteriyle Batı’ya teslim olmamak için direniyor. Köylerin şehirlere akmasıyla meydana gelen arabesk kültür bizi bizden alan en tehlikeli gelişmedir. Bir yanda getto-arabesk kültür, bir yanda 10. yıl nesli…

 

Toplumdan ve dinden kopuk yaşayan bu nesiller yeni romancıların istediği arabesk-getto ve epiküryen (zevk için yaşayan) hayat, yeni roman türünün maalesef tam da konusudur.

 

Batı’ya açılmaya gerek bile kalmadan bu yeni çapraz kültürün etkisi, ileride daha da başımızı ağrıtacak gibi görünüyor.

 

 

 

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.