Çadırdan Süleymâniye ihtişâmına, Yörük dilinden Osmanlı Türkçesi mükemmeliyetine, koşma, güzelleme ve koçaklamalardan muhteşem dîvân edebiyâtına, hep bu Osmanlı denilen devlet ulaştı. İşte bunlar toplumsal gerçekçilikti!
Genelde bütün siyâsî ve edebî oluşumlarda sosyologlar bir çıkış noktası bulmuşlar ve adına “toplumsal gerçekçilik” demişlerdir… Peki, geniş kapsamlı bir tespit olan bu toplumsal gerçekçilik nedir?
Bunu incelerken devreye giren en önemli faktör içinde bulunulan zamandır.
İlk ve Orta Çağlarda insanlar düz yaşarlardı. Yaşadıkları hayâtı sorgulamazlardı. Han, kağan, bey, başbuğ buyurduğunda, savaşsa savaşa, göçse göçe uyarlardı. Yağma, talan, çapul… Bu zâten halkının da isteğiydi. Ekonomi genelde buna dayanıyordu.
Semâvî dinlere inanan toplumlarda ise gelişigüzel hayat yoktu. İdeal ve içgüdü yerine peygamberlerin buyurduğu ilâhî nizam vardı. Bu ilâhî nizam varılmak istenen hedefi belirlediği zaman ideal kendiliğinden oluşuyordu. Toplumsal gerçek o zaman vahyin gerçekliğine dönüşüyordu. Kamag, kara kamag (halk) ümmete dönüşüyor, töre (kânun) de o resûlün şeriatine uygulanıyordu. Toplumsal gerçekçilik bir anda yerini “ümmet ve şeriate” bırakıyordu.
Coğrâfî şartlara göre de toplumsal gerçekçilik var mıdır? Tabîî ki vardır. Dil, kültür, komşu ülkeler hepsi bu gerçekçiliği etkiliyordu. Şer’î hukûkun yanındaki örfî hukuk bunun en açık delîlidir. Nitekim Mecelle’de “Örfen ma’ruf olan şey şart kılınmış gibidir” der. (43. Kâide )
İslâmiyetten evvel Mekke’nin toplumsal gerçeği ticâret, zevk-u safâ, şiir ve edebiyattı. Mekke büyük bir coğrafî alanın da ticâret merkeziydi. Ka’be-i şerîfe ticâretin yanında müşrik putperestlerin de dînî merkeziydi. Putların büyükleri kutsal mekânda iken bunların temsilcileri diğer mâmul putlar da bir ticâret metâı idi. İslâmiyetten evvel Araplarda toplumsal gerçek ticâret ve edebiyattı. O kadar ki “Her Arap tâcir” deniyordu. Bunlara hayât veren espritüel kavram ise edebiyattı.
Mekke’de Kureyşliler her gelen ticâret erbâbına ve putperestlere yardım ediyorlardı. Hizmet anlayışı yüksek olduğu için Kureyş’i Arapların gözünde yüceltiyordu. Mekke zâten tarıma elverişli değildi; kurak bir bölgeydi. Bu yüzden buranın ahâlisi rızıklarını ticârete bağlamışlardı.
Araplar ticâret yollarını o kadar büyüttüler ki Abdi Menaf’ın dört oğlu ticâretin ulaştığı dört bölgeye gidiyorlardı. Hâşim Şam’a, Abd-i Şems Habeşistan’a, Muttalib Yemen’e, Nevfel de İran’a gidiyordu. Kureyş tâcirleri bu memleketlere bu dört kardeşin kefâletinde gidiyorlar ve hiçbir saldırıya uğramıyorlardı. Kuzey ve güney yollarındaki bu emniyet Kur’ân-ı Kerim’de de meâlen şöyle anılmıştır: “Kureyş hiç olmazsa alıştırıldığı kış ve yaz yolculuğuna ısındırıldığı için Kâbe’nin Rabb’ine ibâdet etsinler. O Rabb ki onları açlıktan kurtarıp doyurdu ve onları korkudan emîn etti.” (106. Sûre) (Doğuştan Günümüze İslâm Târihi, Çok Yazarlı 1. Cilt, Çağ Yayınları, İstanbul, 1968 s. 142)
İslâmiyetten evvel Türklerin toplumsal gerçeği neydi? Hiç şüphesiz savaş ve mümkün mertebe yayılıp “gökyüzünü çadır, güneşi de alem” yapmaktı. Göktürklerde tarım yoktu. Avlanma ve savaşla geçiniyorlardı. Acaba Türkler ticâreti sevmiyorlar mıydı? Devamlı savaşan onun zorluklarına ve mahrûmiyetlerine da katlanmak zorundadır.
“Doğuya giden gittin, batıya giden gittin, Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu; kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evlâdın kul, hanımlık kız evlâdın câriye oldu.” (Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, Devlet Kitapları, MEB Basımevi, s.9, İstanbul 1970)
İşte savaş sonuçlarında bunlar da var. Sonra Çin onları ticârî metâlara alıştırıp altın ve gümüşle kendisine yaklaştırarak felâkete sürükledi. Bu onların ticaretteki tecrübesizliklerinden kaynaklanıyordu.
Peki, Göktürkler ticâret için ne düşünüyorlardı: “Ötüken Ormanı’nda oturup kervan kâfile göndersen hiçbir sıkıntın olmaz. Ötüken Ormanı’nda oturursan ebedî yurt tutup oturacaksın.” (Orhun, Age, s.2)
İşte o zamanki toplumsal gerçek: Savaşsız durmamak, ama Çin gibi müreffeh yaşamak için yerli ve yerleşik olmakla birlikte ticâreti de gereği gibi yapmak.
İslâmiyetle Türkler şu gerçeği kavradı: Hem cihâd (savaş) hem ticâret hem de îmar. Yâni Türkler büyük devlet olmanın sırrını keşfettiler. Türkler Hunlarla, Göktürklerle ve Uygurlarla büyük devlet değiller miydi? Elbette onlar da büyük hem çok büyük devletlerdi ama toplumsal gerçekler onların parantezinde bir devlet statüsünde büyütüyordu. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı sahradan beldeye (kırsaldan şehre) geçince cihan hâkimiyetine ulaştılar. Neydi bu şifre? “Ta’mîr-i bilâd, terfih-i ‘ibâd” (Şehirlerin îmârı, halkın refâhı)
Bununla birlikte yürüyen bir de misyonları vardı: Cihâd! Bu tam bir itici güçtü. İlâhî da’veti ve adâleti bütün cihâna yaymak… Bu aksiyonla birlikte Hristiyân ülkeleri İslâm’ın eline geçince yollar, köprüler, aş evleri, hamamlar vb. sosyal yapılar devreye giriyor ve görmedikleri ve yaşamadıkları konforu Osmanlı ile görüyorlardı. Dinlerine, inançlarına ve törelerine karışılmıyor, yıkılmış veyâ onarılamayan kiliseleri için bile devletten yardım alıyorlardı. Bu davranışlar ise onları İslâm’a yaklaştırıyordu. İç Doğu Avrupa’daki Müslüman topluluklar böyle oluştu. Bosna, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan İslam cemaatleri bunların delîlidir. Cengiz’in, Büyük İskender’in, Hülâgû’nun, Atillâ’nın imparatorlukları neden bu yüceliğini koruyamayıp yıkıldı da Osmanlı niye bu kadar büyüdü? Ve yine Osmanlı neden yıkıldı? Onların yıkılmaları, devlet kalamamaları misyon yokluğundandır. Şimdi hemen akla şu soru geliyor: Bu istifham daha ziyâde Osmanlıyı tanıyamayan veyâ ona düşman olanlardan kaynaklanıyor. Osmanlı yıkılmadı, yıktırıldı. Hem de sâdece dış düşmanları ile değil, Genç Osmanlı, Jön Türk ve özellikle de İttihatçılar eliyle devlet, bu ihâneti yaşadı. Çadırdan Süleymâniye ihtişâmına, Yörük dilinden muhteşem Osmanlı-Türkçesi mükemmeliyetine, koşma, güzelleme ve koçaklamalardan armonisi ile şaşırtıcı bir geometriye sâhip olan muhteşem dîvân edebiyâtına, dombralı, kopuzlu, ıklığlı bozkır terennümünden, nevâ-kârlara, sûz-i dilârâlara, sallardan muazzam donanmalara, toylardan Kubbealtı dîvânlarına, hep bu Osmanlı denilen göz alan devlet ulaştı. İşte bunlar toplumsal gerçekçilikti. Orta Asya’nın bağrından yanardağ gibi fışkıran, kurduğu mükemmel devletleri ile, dili ile, folkloru ile bu milletin her şeyi ile hep gurur duyduk. Büyük devlet biraz da aristokrasi ister ama bu Avrupa’nın ayrıştıran ve sınıf farkına dayalı bölünmüşlükten kaynaklanan aristokrasi değil, Osmanlının soy asâletinden gelen bir ayrıcalıktı. Hânedan, kendisiyle gelişen ve binlerce yılın birikimi olan bir kültür ister. İşte Osmanlıya bu gözle bakmayanlar bu gerçeği hiç anlayamayacaklardır. Bu ihtişâm 1699’a kadar hep zirvede kaldı. Bundan sonra psikolojik yıkımlarla, iniş ve çıkışlar başladı. Ama Osmanlı yine Osmanlıydı. Kilometrekarelerce arâzî yine onlarındı. Yine düşmanları dört koldan ve ittifak hâlinde saldırıyorlardı. Bu da şerefimizin bir parçasıydı. Zîrâ arkasından on it ürümeyen kurda kurt denmezdi.
“Batılılaşmazsak büyük devlet olamayız” tezi, 1850’lerden sonra özellikle Batı’yı tanıyan ricalle oluştu. İşte bu bâtıl düşünce, Devleti Tanzîmât’a yöneltti. Batıcıları kutlu mîlâd olarak gördükleri Tanzimât çöküşün başlangıcıdır. Osmanlı savaş kaybettiği zaman da Osmanlıydı. Tanzîmât Osmanlıya yeni bir kisve giydirdi. Göktürklerde Çin neyse, Osmanlıda da Batı o oldu. Dost göründü, borç verdi, banka açtı. Sırtlanlar artık sürü hâlinde kurdun eğilmeyen boynunu eğdi. Bize “hasta adam” dediler. Sonra da sekerât-ı mevtimizi (ölüm sarhoşluğumuzu) beklediler. Yeni gelişen ekonomilerin kanı olan petrolü Orta Doğu’da bulunca leş kargaları gibi oraya üşüştüler. Hâlbuki o neft (petrol) bize de lâzımdı. Şunu belirtelim ki, Batı’nın sanâyîleşmesi ile Osmanlının sanâyî hamleleri arasında 20 senelik bir fark vardır. 1850 ve 1870 arası. Hepsi bu. İşin garip tarafı bu sanâyîleşme de Sultan Abdüazîz’le Sultan II. Abdülhamîd devrindedir. Birini şehîd ettiler, birini zorla tahttan indirdiler. Zîrâ II. Abdülhamîd Osmanlı toprağındaki geleceğin hârikası olan petrolün farkına vardı. Onun yanı başına İsrâil devletini kurdurmamak için her şeyinden vazgeçti. Ah İttihâdçılar, sizin bu günâhınızı hangi vicdan aklayabilir? Bu İTC’nin yârânı olanlar, sonucunu tahmin ederek Osmanlıyı I. Cihân Harbi’ne soktular. İstedikleri oldu. Osmanlıyı yıktılar. Yeni bir devlet kuruldu. Bu yeni devletin toplumsal gerçeği Osmanlı ile kesişiyor muydu? Hayır! Hunlardan, Göktürklerden, Uygurlardan, Selçuklulardan Osmanlıya kadar değişmeyen Türk geni mutasyona uğradı. Milletin genleriyle oynandığı için millet de kendisini tanıyamaz oldu. Yeni bir dil, yeni bir alfabe, sistemiyle oynanmış bir İslâmiyet… Hep amaç Batılı olma. 1839’da başlayan bayrak yarışı nihâyet final oynadı.
O hâlde bu yeni toplumun da bir toplumsal gerçeği olmalıydı. Ama neydi? Bu yeni oluşumla “Kızılelma”, “Türk cihân hâkimiyeti mefkûresi” ve “i’lâ-yı kelimetullâh” olabilir miydi? Evet, biz yurtta ve cihanda sulhu istedik. Sulhü kim istemez? Ama bunu sâde ben isteyince olmuyor ki. Birdenbire ebedî düşmanımız Batı etrâfımızı ateş çemberine çevirdi. Dünyâyı kana bulayan 20.yy. medeniyeti gezegenimizi parsellemek için iki kutup geliştirdi: Kapitalizm ve komünizm. 1905 ve 1930 arasında bu iki kutup dünyâyı ahtapot gibi sarmaya başladı. Bu iki kutup ya ekonomik güçle veyâ silâh gücüyle ittifaklarını kuruyorlardı. Dünyâya da şunu yaydılar: Bîtaraf olan bertaraf olur. Batı kapitalizmi seçerken, Asya ülkeleri komünizmin batağına yakın oldukları için seçtiler. 1945’ten yâni II. Dünyâ Savaşından sonra Almanlar, Hitler’in kibir, ırkçılık ve yanlış politikasıyla yenildi. Doğu Avrupa yavaş yavaş Sovyetlerin pençesine düşmeye başladı. Birinci kutup başı olan NATO, 1949’da Washington’da kuruldu. NATO muhâlifi olarak da Varşova Paktı 1955’te Sovyet hegemonyasıyla kuruldu. Sonra petrol savaşları gereği Orta Doğu gündeme geldi meltem ve baharlarla Arab’ın yörüngesini sapıttırdılar. Amerikan muhibbi olan Mısır, Suriye, Irak ve benzeri devletler krallık ve göstermelik demokrasilerden sosyalist-komünist bloka dâhil oldular. Ehl-i sünnet Sünûsîlerden Kaddâfi sosyalizmine geçtiler. Afrika ülkeleri zâten Batı’nın sömürgeleriydi. İran en az 2700 yıllık köklü devlet kültürüyle sözde Amerika ve Rusya’ya muhâlif göründü. Aslında Şiî Îran’la Vehhâbî Suûdîler yeni küresel düzenin argümanlarıydı…
Nereden başlarsak başlayalım iş dönüp dolaşıp Osmanlıya geliyor. Osmanlıyı asıl 1820 ile 1840 yılları arasında Avrupa’ya giden öğrenci ve ricâl değiştirirdi. Bunların çoğu yeni açılan modern okullarda okudular. Lâtin alfabesini biliyorlar ve Batı’daki olayları ve değişmeleri birinci kaynaktan tâkip ediyorlardı. Bu nesil yerli irfân yabancı değildi, Çoğu medrese eğitimi de almıştı. Batı onlar için bir ütopya değil bir idealdi. Batılı gazete ve romanları, gazeteleri kutsal bir metin gibi okuyorlar, İslâm îmânına sanki yeni bir ideolojik inanç ikâme ediyorlardı. İnançlar zayıflıyor, kendi devletini ve halkını yetersiz ve geri buluyorlardı.
Asya’da sosyalist blok kuvvetlenirken son devir Osmanlısını neler bekliyordu?
Niyâzi Berkes “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adını taşıyan araştırmasını Kanada Mc Gill Üniversitesi adına yapmış ve önce İngilizce olarak yayınlamıştı. Kitabın ilk baskısının adı “The Development of Sekularızm in Turkey”dir (Türkiye’de Lâikliğin Gelişmesi). Kitapta Parvus için “İTC’nin ekonomik görüşleri önde gelen Marksistlerden Parvus diye bilinen biri tarafından doktrine edildi. Bu şahıs 1910-1914 yılları arasında Türkiye’de bulunan Alexander Helphand’dı. Parvus’la birlikte anti emperyalist ve anti liberal görüşler Türkiye basınında görülmeye başladı” ifadelerini kullanır. (M. Ertuğrul Düzdağ, Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler, İz Yay. 3. Baskı, s. 30, 2012, İstanbul)
Hilmi Ziyâ Ülken “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Târihi” adlı eserinde Ziyâ Gökalp’tan bahsederken hareketinin iktisâdî tarafını ele alarak Parvus’tan şöyle bahseder: “Tekinalp (asıl adı Moise Cohen) Gökalp’ın Türkçülük çalışmalarında ve iktisâdî yapılandırmalarında ona yardım etti.” Daha önce “Türk Yurdu’nda Parvus bu görevi üstlenmişti. Parvus 1905 İhtilâli’nde Lenin’le birlikte çalıştı.” (Yakın Tarihimiz, Age, s.30)
Jön Türk devrinin ertesinde Siyonistler, kuşkusuz İTC hareketi içinde iktidârın önde gelenleriyle anlaşmışlardı. Amaçları yeni Türk makamlarındaki Yahûdîlerin etkisine güvenerek onların Filistin’e kitle hâlinde göçleriyle toprak kopartmaktı. Rus asıllı militan Viktor Jakopsan Siyonist hareketin yürütme kurulunun sürekli temsilcisi olarak İstanbul’a gönderildi ve İTC ile masaya oturdu.”(Volter Laguem, Historie du Sionizsme Paris 1973, s. 162.
Jön Türk Gazetesi’nde Parvus, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu ve Celâl Nûri (İleri) gibi yazarlar bulunuyordu.
İşte Sultan II. Abdülhamid Siyonizm’e cephe aldığı ve İTC’ye direndiği için yâni “menfî toplumsal gerçekçiliğe” başkaldırdığı için tahttan indirildi. Şimdi Parvuslar, Ağaoğulları, Akçuralar, Gökalplar olmasa bile onları aratmayan modern gerçekçiler var…
Türkiye’m, dost görünümlü gâfillerin hiç bitmedi ve görülüyor ki hiç de bitmeyecek!
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…