Muâsır medeniyet mi çağdaş uygarlık mı?

A -
A +

Değişimler, toplum direnişleri şehir ve kültür çevrelerinde teşkilâtlı, kırsal alanda duygusal olur. Şeklî değişmeler orada toplumsal bir sıkıntıdır. Fesi çıkartıp kasket takan köylü buna bir anlam dahî veremezken yılların alışkanlıklarından nasıl soyutlanacakları sosyal bir problemdir.

 

 

Muâsır medeniyet mi çağdaş uygarlık mı?
Şapka inkılabı sonrasında Anadolu insanı...

Millî kopuşu dert edinen herkesin esas mes’elesi kültürdür. Bin bir târifi yapılan kültürün en sâde açılımı nedir diye düşünecek olursak, sâdece “millet” demek kâfidir. Çünkü o, milletlerin omurgasıdır. Din, dil, târih, edebiyat, müzik, destanlar, göçler, istîlâlar, bitişler ve kopuşlar, sonra tekrar dirilişler hep kültür parantezi içindedir. Medeniyet beynelmilel olsa da kültür millîdir. Şunu da belirtelim ki medeniyetleri de etkileyen değişik kültürlerdir. Millîleşen medeniyetler halkıyla daha çabuk bütünleşir.

 

Biz Asyalı bir kültürün en az beş bin yıllık uzantısı ve bin yıllık da İslâmî medeniyetin filiziyiz.

 

 

 

 

ZORLA KABUK DEĞİŞTİRME

 

 

1839’dan îtibâren hem kültür hem de medenî bir deprem yaşadık. Asyâî gen taşıyan kavmimizi mutasyon bir kültürle Avrupâî yapmaya kalktılar. 1839-1909’lar arasındaki devre, adaptasyon denemeleri ile geçti. 1909-1920 arasındaki döneme harplerin, darbelerin, askerî vesâyetlerin gölgesinde “Bırak böyle kalsın, sonra düşünürüz” devresi diyebiliriz. 1920-1950 arasındaki süreye de “Tek yol lâik Batı” dönemidir denmelidir.

 

Asyalı bir kavim geçen asırda her şeyiyle Avrupâîleşme sürecine sokulmuştur. Büyük şehir ve bürokrasi çevrelerindeki bu başkalaşımın etkisi çabuk görüldü. İstanbul’da uzun zamandır yaşayan gayrimüslimlerin hayâtı, âdetâ genelleştiriliyordu. Batı tarzı giyinen Osmanlının Avrupa hayranları, kadınlı erkekli artık sâdece Pera’da (Beyoğlu) değil, Fâtih’te, Süleymâniye’de, Üsküdar’da da geziyorlardı. Gayrimüslim jantilerin eğlence mekânları değişik yerlere de açılmaya başladı.

 

 

 

 

DEVRİMLER VE ANADOLU

 

 

Peki, Anadolu bu başkalaşımın neresindeydi? Başkalaşım sâde Batı hayranlığı ile değil, inkılâplarla olur. İnkılâp köklü değişmedir. Sosyal bir depremdir. Devrim, ihtilâl veyâ inkılâp her ne denirse densin imbat rüzgârı esintisiyle değil, fırtınalarla, tsunamilerle gelir. Öyle de oldu. Mahkemeler, kânunlar, zecrî tedbirlerle devrimler oturtulmaya çalışılıyordu.

 

Değişimler, toplum direnişleri şehir ve kültür çevrelerinde teşkilâtlı, kırsal alanda duygusal olur. Şeklî değişmeler orada toplumsal bir sıkıntıdır. Fesi çıkartıp kasket takan köylü buna bir anlam dahî veremezken yılların alışkanlıklarından nasıl soyutlanacakları sosyal bir problemdir.

 

Onlara devrimler balolarla, plâjlarla, tiyatrolarla girmedi. Flârmoni orkestrasının ne olduğunu da bilmezlerdi. Yeni baskı kitap ve gazete de yoktu. Kadınları şalvar giyip, çarşaf, keşan ve poşu ve ehram bürünüyorlardı. “Dışarıda ne oluyor bilmiyoruz, ama biz çok şeyde aynıyız” diyorlardı. Ama öyle olmadı. Bir total uygulama olan devrim, Anadolu’ya da girdi. Bölgesel zecrî tedbirler uygulanmaya başladı.

 

Nöbetçi dikip samanlıklarda gizli gizli Kur’ân-ı kerim öğrenmelerine de bir anlam veremiyorlardı. Ne vardı bunda? Kitâbını öğrenmeye jandarma ve muhtar niye mânî oluyordu? Müfettiş edâsıyla gönderilen öğretmenler baskıyla günde en az bir defâ alıştırmak amacıyla “Tanrı uludur” diye minâre veyâ yüksek bir yerden sözde ezan okutulmasına da köylü bir anlam veremiyordu. Şaşırıp da “Allâhü ekber” dese zâten dipçiği yiyordu.

 

Dînî eğitim yasaklandı. Dînî eğitim dediysek elif-ba, namaz oruç gibi temel bilgilerden bahsediyoruz.

 

 

 

 

ÖĞRETMEN MUHTAR İŞ BİRLİĞİ

 

 

Kıyâfet devrimi köylü için nedir? Tarlaya, davara, ahıra giden köylü ne giyecek? Ama o da öyle olmadı. “Atma da Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, manto da giyeceğuk!” diyen Rizeli, hüzünlü hüzünlü İpsiz Receb’i ve onun verdiği mücâdeleyi düşünüyordu.

 

Büyük şehirlerin devrimlere alışması dar bölgelere göre nispeten kolaydı ama köylerde devrimler yabancı dille senaryo repliklerini konuşan yabancı aktörler gibiydi. Yâni bir şeyler ezberliyorlardı ama ne dediklerini anlamıyorlardı.

 

Ah Anadolu! Ne olduğunu anlamadan bir hâllere giriyordu köylüm. Şehirler “elde bir” diyen zihniyet Anadolu’ya da el attı.

 

Anadolu muhafazakârdır ama bu yapıyı şuurla değil örfleriyle sâhiplenirler. Bu yüzden onları yönlendirmek gerekir. Bunun da çâresi bulunmuştur: Köylere gönderilen ilk okul öğretmenleri ve tek parti ceberut devrinin ceberut muhtarları… Bir yanlışıyla kırk yıllık köylüsünü zaptiyeye şikâyet eden muhtarlar. Ve arada ezilen elinden hiçbir şey gelmeyen genelde “cer”ci olarak tutulan imamlar.

 

Yeni öğretmenler genelde öğretmekten çok devrim kurallarını belleten görevliler gibidir. Bunlar ne lâik ne de sekülerdirler. Bunları bilmezler bile. Sâdece görevlerini sadâkatle yaparlar.

 

İmamlar köyün içinden yetişen, köylüye göre İslâmiyeti biraz tâlim etmiş olanlar veyâ Ramazanlarda “cer”ci olarak tutulup oraya yerleşen civar köy sâkinleridir. Namaz kıldırıp ölüleri gasledip defnederler. Fazla bir bilgiye de sâhip değildirler. Bunların çok az bir kısmı medrese eğitimi görmüşlerdir. Îmanları sağlam, Ehl-i sünnet, nâmuslu insanlardır. Yeni harfleri de öğrenmişlerdir. Genelde 30 hâneli 200 nüfuslu köylerde önceleri kanâat önderi gibi görülen imamlar, öğretmen ve muhtara karşı artık güçsüz durumdadırlar.

 

Köylerde bile yeni bir nesil yetişmeye başlamıştır. 1940 sonraları Köy Enstitülerinden mezun olup gelen 5 yıllık eğitimli bu yarı câhil öğretmenler, arkalarındaki devlet desteği ile oldukça güçlüdürler. Yeni yetme köylü gençler o zamâna kadar tasavvur bile edemedikleri bir konumdadırlar. Aynı sıradaki bu kızlı erkekli grup, apayrı bir ortamın büyüsü içindedir artık. Köyde yılların otoritesi ağalık sarsılmış, hiyerarşi bozulmuş, örfler ve âdetler kaybolmuş, gençler duygusal imecenin yeni format nesli olmuştur.

 

 

 

 

DÜNYÂYA YENİ BİR YÖN VEREN 20. ASIR

 

 

Bir asır ki sormayın. Medeniyetini (!) heybesinde getiren 20. yüzyıl...

 

Yirminci asır tam bir paradigmadır. Yeni fakirler ve yeni zenginler türeten bu asır, kültür, inanç ve edebiyatta da büyük değişiklikler yapmıştır. Âileler dağılmış, kimsesiz çocuklar çoğalmıştır. Birinci Dünyâ Savaşı’nın yarım kalan tahribâtını tamamlayan bir âfetti bu 2. Dünyâ Savaşı.

 

Bu savaş sonunda bütün dünyâda bir trajedi yaşanmıştır. Köylü toprağını, tüccar malını, esnaf tezgâhını, papaz kilisesini, haham sinagogunu, imam da câmiini kaybetmiştir. Esas îtibâriyle 1900’lü yıllar maddî ve mânevî bir yıkımla başlamıştır.

 

Evlerinden giden binlerce genç ya evlerine hiç dönememiş veyâ yarım yamalak dönmüşlerdir. Esir edilip kamplarda işkenceden ölenlerin sayısı bile bilinmez.

 

Şehirler yabancılar tarafından işgâl edilmiş, işgalci komutanlar ve askerler âriyet ülkelerinde gününü gün etmekle meşguldürler. Bu Rusya’da da, Japonya’da da, Paris’te de böyledir.

 

 

 

 

BİRİNCİ CİHAN HARBİNE NEDEN GİRDİK?

 

 

Târihçilerin ortak görüşüne göre bizim I. Dünyâ Savaşı’na girmemiz tam bir basîretsizliktir. Komuta kademesi ve bilhassa Enver Paşa’nın uzağı göremeyip Almanlara fazla güvenmesi, bizi girmememiz gereken bir savaşın ortağı yapmıştır. Ülke zâten kaos içindedir. İleriyi görüp bunların savaşa gireceğini anlayan II. Abdülhamid Han en azından asrın en muhkem Çanakkale Tabyaları’nı yaparak psikolojik bir yıkımı önlemiştir. En kritik dönemde Yahudi ve Batı oyunlarıyla tahttan indirilen Abdülhamid’den sonra bu şer ittifâkı meydanı da boş bulmuş ve bu harp sonunda ülkemiz paramparça olmuştur. Bize İç Anadolu’da el ayası kadar bir toprak bırakılmıştır.

 

Mondros’la silâhlarından arındırılmış, doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi işgâl edilmiş bir ülke. Osmanlının düşürüldüğü hâle bakınız. Ey Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihâdcılar işte ma’rifetiniz! Bâzıları “Bunlar iyi niyetli idiler, vatanseverdiler” gibi sözler ediyorlar. Hangi mütâlaa bunların ayıplarını örter, hangi tefekkür bunların seyyiâtını hasenâta tebdîl edebilir!

 

Yeni kurulan devlet zâten borçlu ve savaştan mağlup ayrılmıştı. Yeni rejimin aksaklıkları ile boğuşan ve yeni bir kalıba sokulmakla uğraşılan bir toplum vardı.

 

 

 

 

YENİ ASIR, YENİ EVREN DÎNİ

 

 

Allak bullak edilen dünyâya yeni efendiler yeni bir düzen vermeye çalışıyorlardı. Bu yeni düzen 20. asır medeniyeti idi. Halkları yok eden, ülkeleri yamalı bohça hâline sokan, insanları ekonomik bir puta tapmaya zorlayan, büyük devletler arasında izâle-i şüyû’ ile paylaşılan bir dünyâ... Adı 20. yüzyıl medeniyeti. Bizi bizden koparan bu sahte medeniyet için rûhunu verenler neler yapmadılar ki!

 

Anadolu’nun işgâli sırasında Hristiyan zâbitlerle iş birliği yapıp köylüsünü ihbâr edip vatanı menfaati için satan imam, hacı, eşraf… (Vurun Kahpe’yi hatırlayalım: Devrimci öğretmen Aliye’ye musallat olan İmam Hacı Fettâh ve aynı hisle kavrulan Kantarcıların Uzun Hüseyin, yabancı kuvvetlere vatandaşı ihbâr edip devrimci bir öğretmeni taşlayarak öldürten bu insanlar ne zaman var olmuştur. Hep imamlar ve hacılar mı hâindir? Bir örneği bile var mı târihimizde?)

 

Batı’ya hayranlık bir hastalık hâlinde Anadolu’yu değil İstanbul’u, şehir züppelerini sarmıştır. İşte Âkif’in şiirinden güzel bir örnek:

 

“Kadın erkek koşuyor borç vererek Avrupa’ya ///Sapa düşmekte sizin şıklara zannım Asya /// Hakk’a tefvîz (ısmarlamak) ile üç yetişmiş kızını ////// Taşıyanlar varmış buradan baldızını ///Analık ilmi için Pâris’e yüksünmeyerek /// Yük ağır ecri de nisbetle azîm olsa gerek /// Fransız’ın nesi var? Fuhşu bir de ilhâdı (dinden çıkma) /// Kapıştı bunları yirminci asrın evlâdı/// Ya Alman’ın nesi var?  Zevki okşayan birası…”

 

Yine Âkif Çanakkale Şehitleri’ne şiirinde ne anlamlı söylemiş:

 

“Ah o yirminci asır, yok mu o mahlûk-ı asîl /// ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla SEFîL ///... Maske yırtılmamsa hâlâ bize âfetti o yüz /// Medeniyyet denilen kahpe hakîkat yüzsüz…

 

Biz bu medeniyete âşık olduk. Bizi hor ve hakîr gören, bizim 600 yıllık vatanımızı parçalayan, dînimi, diyânetimi elimden alan, ezânımı susturan, ümmeti bizi küstüren medeniyete biz âşık ettiler.

 

 

 

 

SARAYDAKİ ŞAPKALILAR

 

 

Şapka gayrimüslimlerin alâmet-i fârikası idi. Midhat Cemal’in “Üç İstanbul” romanındaki şu bölüm bunu çok güzel anlatır: “İstanbul’da üç şapka vardır: Çamlıca Tepesi’nden evvel bu üç şapka görünür: Rejideki Rambert’in, Düyûn-ı Umûmiyeci Berger’in, şimendiferci Hügnen’in kafasında duran üç serpuş. Osmanlı İmparatorluğu denen uşak odasını bu üç şapka idâre eder. Hidâyet’in konağına bu üç şapkadan biri girdiği gün Hidâyet yerlere kadar eğilir, kafasının durduğu yerde beli titrer. Bu üç adamdan birine bir gün Hidâyet, dostu Sâcit’i: -Türk olmayan Türk! diye takdîm etti.” (Cevdet Kudret, Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman 2. İnceleme ve Örnekler, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e, 1910-1923 Midhat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, s.382 Varlık Yay. 1967)

 

Bizim âşık olduğumuz Batı, teknoloji, fen, ilim değil; kıyâfet, harf, kânun ve Batı tarzı yaşayıştı. Ne de çabuk alıştık bunlara. Ne de çabuk Batılı olduk ne olduğumuzu bile bilmeden! Kirli ayaklarıyla mâbetlerimizi çiğneyen, nâmuslarımızı pâymâl eden bu barbarlara ne de çabuk sarıldık! Nasıl bin yıllık ümmete sırt çevirip darıldık!

 

 

 

 

ETRÂFIMIZ ÇEVRİLİYOR

 

 

Batı, iki Dünyâ Savaşı’yla sistemini oturttu. Selçuklu ve Osmanlı olmayınca Afrika’ya el attılar. Bu insan sûretinde bile görmedikleri vahşîlere (!) medeniyet getirmeliydiler. Haçlı Seferleriyle beceremedikleri işlerini yarım kalmış mel’anetlerini tamamlamalıydılar. Amaçları bu zavallı fakîr halk değil, onların sâhip oldukları yer altı zenginlikleriydi. Başlarına dipçikle dikildiler. Ellerine muharref (bozulmuş) İncil verip boyunlarına haç taktılar. Kendi ritüelleriyle tam tam çalıp dans ederek ibâdet etmeye çalışan bu mutlu insanları perîşân ettiler. Yıllarca bu zavallı insan kafalarından kuleler yaptılar. Onları köle diye kullandılar. Boyunlarına bukağı takıp köpek gibi gezdirdiler. Kendileri zavallı insanların nîmetleriyle çatlayıncaya kadar yediler. Ölmeyecek kadar bir kuru ekmek parçası verdikleri bu zenci halka bir de utanmadan İngilizler “Oh, Thanks my God” Fransızlar ise “Dieu merci, comment puis-je dire-cela” dedirttiler. Aynılarını İtalyanlar ve Hollandalılar da yaptılar. Yâni kendi dillerince “şükürler olsun Tanrım!” dedirttiler.

 

 

 

 

UYANMA VE DİRENİŞ BAŞLIYOR

 

 

Ya şimdilerde neler oluyor? Bu uyanan kavimler tek tek hürriyet bayraklarını dikip bu zâlim medenîleri (!) yurtlarından kovuyorlar. Onlara eski hâmileri Osmanlının çocukları el atıyor. Onların aralarını bulup Batı zâlimlerinin düşman ettikleri kardeşleri barıştırıyor. Onlar artık Türkiye’ye güveniyorlar. Biliyorlar ki bu şerefli kavmin şerefli torunları onları Batı gibi sömürmek için değil, dünyâ barışı için destekliyor.

 

Dünyâ Türk’ü anlamakta geç kalsa da havada, karada ve denizde şanlı Türk bayrağı dalgalanıyor ve Mehmetçik, Afrika’da Asya’da, Avrupa’da zulme karşı dün Bosna’da, bugün Sûriye’de, Etiyopya’da, Sûdan’da ve diğer yerlerde Müslim gayrimüslim ayırmadan maddî ve ma’nevî desteklerini sunuyor. Bâzıları anlamasa bile 21. asır Türk asrı olmaya artık gebedir. Meşîme-i şebden gün doğmadan neler doğar (Gecenin rahminden sabah olmadan neler doğar).

 

 

 

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Ali savaş16 Şubat 2025 23:44

Hocam yüreğinize sağlık bu yazının okullarda ders olarak okutulmalıdır

mehmet Skillioglu16 Şubat 2025 09:17

Bu zamana kadar yazılan endedtansi bir nakale. Hocam kalemine sağlık.