Bir bakar kör olmuştum sanki, ne görüyor, ne duyuyordum!

A -
A +

Şahsını sıradan, kâinattaki bir nokta olarak görüyor fakat çevresindeki çoğu kişiden farklı, aykırı çiçeklerin içerisinde yabani bir ot misali yaşıyormuş Toprak. Her türlü düşünceye muhalif, her daim kendi fikirlerini kabul ettirmeye hazırmış. İnsanların çoğu düşüncesine, bilhassa inançlarına körü körüne bağlı olup diretmeleri ona saçma geliyormuş. En iyi ve belki de tek dostu Oya’dan etkilense de aslında Toprak, Oya gibi değil, hatta onun tamamen zıddı birisiymiş. Ruha, hislere değil, maddeye çok ehemmiyet veriyormuş. Maddeci, nihilist bir tutum sergilediği için Oya ve ailesiyle tamamen zıtmış.

 

Aslında, farklı insanlar, nesiller aynı kuşaktan da olsa aralarında yüzde yüz hemfikirlilik olmadığını anlamış olmasına rağmen o hâlâ kendi hayallerinde yaşıyordu…

Toprak'ın kirli, küflü odasında dünyanın sonu geldiğini, her şeyimi kaybettiğimi, iyice sıfırı tükettiğimi, tamamen bittiğimi sanıyordum. Ezbere hislerle değil, taze yaşadıklarımın bende bıraktığı izlerle yazıyorum bunları. Öyle şeyler geçiyordu ki kafamdan; her gün gördüğümüz güneşin ufuktan doğumuna alışmışlığımız gibi, gören gözlerimizin kör, duyan kulaklarımızın sağır olduğuna iyice inanmıştım. Diğer bir ifadeyle artık bakar kör olmuştum, ne bir şey görüyor, ne de duyuyordum.

 

Unutanlara hatırlatılsın, bilmeyenlere bildirilsin diye Allahü teâlânın sayısız nimetlerinden biriydi bu başıma gelenler belki de ama onu görecek göz yoktu bende. Her gün her nefes alıp verişimizin bize bir ikaz olduğunu bilsem de yine geçiştiriyordum.

 

Kusurlu insanız, pek cahiliz, oldukça unutkanız, bir de içimizde azgın, kâfir nefis var, öyle yaratılmışız, şükrünü edip de bitiremeyeceğimiz akılla, ruhla, şerefle yaşayabilenlere helâl olsun. Anlayana ne büyük nimetti. Anlamayana sivrisinek sazdı. Bu hakikatleri bizlere kadar ulaştırıp duyuranları görmek ne hayırlı nasipti.

 

İslâmiyet'in adının geçtiği mekân hakiki, samimi ve ihlâslı olanlarla doluysa orada nefsin, şeytanın kendine yer bulamayacağını biliyordum. Derya deniz dosdoğru bir dinin, bir katresi dahî “bence, sence”ler ile kirletilemezdi.

 

Dindar olmanın kimseye bir yükü de yoktu. Yalnız ve yalnız muhatabını alakadar ediyordu. İnanır ve öyle yaşarsak dünyada ve ahirette rahat edecektik, İnanmadan uyarsak yalnız dünyada rahat olacaktık. İnanmayanlar da gittiklerinde görecekti hakikati. Kimse kimseyi zorlamıyordu. Dünya seyahati ahirete dönünce yanımızda götüreceğimiz şeyler bizi ya Cennet denilen ebedî huzur ve saadete ya da Cehennem denilen ebedî azaba ve korkunç sıkıntılara götürecekti. Tercihi biz yapacaktık ve gidince de görecektik. Cennete talip olanlar mutlaka samimi olmalıydı, hakikat buydu işte.

Düşünüyordum, güzel dinimizin önümüze koyduğu hakikat buydu da peki inancı olmayanlar önümüze ne koyuyorlardı?

 

“Ye iç, hayvan gibi kuvvetli olduğunda zayıfları ez, zayıf olduğunda da zaten seni boş, kendi hâline bırakmazlar mutlaka ezerlerdi…” Böylece hem bu dünyam berbat, hem de ahiretim mahv-u perişan, ebediyen rezil olacaktım. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.