Bazen kendi suâline yine kimseden bir şey beklemeden kendi cevap veriyormuş.
“Anadolu coğrafyasının çoğunu görmedim. Talebelik hayatımda derste, evde konusu geçtiği zaman öyle merakla dinliyordum ki… Büyüyünce, gitmediğim yer kalmayacaktı. Bu düşündüğüm; memleketimi gezip tanıma seyahatine taa o vakit karar vermiştim.”
Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum.
Çakal gezen şu dağlarda gez oğlum.
Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum.
Hain gezen şu dağlarda gez oğlum.
Babacığım anlatmasına kesintisiz devam etmek istiyordu, biz de meraklı gözlerle ona bakıyorduk, hevesi kırılmasın diye.
“Özene bezene bir plan yapmıştım bile… Trakya düzlüklerini sarıya boyayan ayçiçeği tarlaları arasında yürümek kim bilir ne kadar keyifliydi? İstanbul'un, Bursa’nın, Konya ve Erzurum’un buram buram Selçuklu, Osmanlı tarihi kokan sokaklarını; saraylarını, camilerini. Çanakkale’de yedi düvele diz çöktürdüğümüz harbin şahidi mevzileri, tabyaları. Akdeniz’in tamamını; Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı… Dediklerine göre İzmir’e benzermiş Antalya. Bütün buraların parklarını, plajlarını, limanlarını gezip öğrenseydim yine de azdı.
Hatay’da künefe, Mardin’de kahiye, Antep’te baklava, Kahramanmaraş’ta dondurma, Erzurum’da cağ kebap, kadayıf dolması yeseydim, adım adım gezseydim yine de bıkmazdım gibime geliyordu. Doğu Anadolu şark yaylaları, Tortum Şelâlesi, Narman Kırmızı Peribacaları, Ağrı Dağı, Van Gölü, irili ufaklı barajları... Doğu Karadeniz’in mümbit çay, fındık bahçeleri, zirvesi görünmeyen başı dumanlı dağları, Anzer Yaylaları… saymakla bitmeyecek kadar güzel memleketimizin müstesna yerleri bizi bekliyordu. “Çabuk çabuk büyümem lazım…” demiş, büyüdükten sonraysa hepten unutmuştum. “Hayat insana neleri unutturmuyordu ki a güzel evladım!”
Anlatırken babam çok hislenmişti lakin dikkat kesildim; gitmek istediği yerlerde hep tabiat, yeme içme, gezme tozma, kısmen tarih... yani kısaca tarih ve coğrafya vardı, Hazreti Mevlânâ’yı saymazsak mâneviyatla âlâklı hiçbir şey aklına gelmemişti. Mevlânâ da orijinalliği bozulduğu için belki önlerine konmuştu.
Duy şikâyet etmede her an bu ney,
Anlatır hep bu ayrılıklardan bu ney.
Der ki; feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir!
Mevlânâ denildiğinde, ney üfleyip balerin gibi dönenler aklımıza geliyordu hep. Oysa Anadolu bir baştan bir başa evliya yatağıymış okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla. Selçuklu, Osmanlı ecdadımızın bıraktığı, hanlar, saraylar, türbe ve zaviyeler, birer sanat eseri, hamamlar, köprü ve imarethaneler hele el yazması kitaplar babamın dünyasında olmadığı gibi hiç kimsenin aklına bile gelmiyordu. Âdeta çürümeye ve hepten unutturulmaya terk ediliyordu bin senelik tarihimiz. Adam ne yapsın? Ecdadın dediği gibi “Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına” değil miydi? DEVAMI YARIN