Çeperli’den çıktım yayan, Dayan dizlerim dayan...

A -
A +

Ağır adımlarla göçün yanında yürüyen Mehmet Abdullah; olanları, olabilecekleri düşünüyordu.

 
Nene Gelin, yol alırken, bir türlü sıyrılamıyordu düşüncelerinden:
"Erlerimiz tüccarlık yaparlar, Erzurum’da, Narman, Horasan bütün kazalarda. Onlara yolluk hazırlayacaktım, yollarını bekleyecektim hasretle. Güzel pişirilmiş lavaşlar, su börekleri yapacaktım hanemdekilere… Tandır, ocak yakıp üzerinde ne yemekler pişirecektim taze taze… Ah Çeperli’de, evimde olsaydım mutlaka kızlarla ses sese verir mâniler söylerdim. Köyümde, evimde olsaydım, daha ne isterdim, küçük bir köylük olsa da bana büyük görünürdü, yetiyordu bize. Soğuk sularından kana kana içerdim yine. Bu topraklarda doğdum, yine buralarda ölseydim ah! Ah!”
Çeperli’den çıktım yayan,
Dayan dizlerim dayan.
Ömrüm geçti, oldum ziyan,
Hâlimi kime edim beyan,
Gardaş atlı bacım yayan,
Di gel bu dertlere dayan.
Fakat şimdiye kadar yaşanmış bunca dertlerden, şu köylülerin hissesine düşen parçasının pek açık, pek acıklı olduğundan mı ne hiç unutmuyordu, unutmayacaktı da, zihninin bir köşeciğinde hep saklayacaktı.
              ***    
Arabam yürümez siste,
Yükü ağır, deste deste.
İnşallah doğru olurum,
Allah derim son nefeste.
Ağır adımlarla göçün yanında yürüyen Mehmet Abdullah; olanları, olabilecekleri düşünüyordu. Arabanın önüne otursam mı oturmasam mı diye bir tereddüt geçirdi. Sonra Nene Gelin’e biraz daha yakın olabileceğini hesaba katarak hodak yerine oturdu şuursuzca. Babadan kalma dağarcığını çıkardı, çivil peynirle kalınca bir dürüm sardı. Öyle dalmıştı ki sevdiği hanımının seslenmesini duymadı, yanına konan keteleri bile görmedi.
              *** 
Baharla birlikte uyanan tabiatın yerinde yeller esiyordu. Hazan mevsimi her yönüyle üzerlerine çullanmıştı sanki. Sisli, serin havanın, sönük ışıkların altında iyice ezilerek kaybolmuştu o canlı hayat. Bir zamanlar; önce filizlenen, sonra zümrüt zümrüt açılıp bezediği ağaçlara veda edip sağa, sola üvey evlat gibi atılan solgun yapraklar; boş arazilerde hayvanatın ayakları altında, karın, çamurun içinde ezilmeye, ufalanmaya, toz olup rüzgârlarla savrulmaya mahkûmdu. Ilık meltemler, soğuk fırtınalara, hafiften çiseleyen yağmurlar; dolulara, karlara, yeşilin onlarca tonuyla çevreyi süsleyen nebatat da kuru çalılara bırakacaklardı yerlerini. İlahî adalet böyle tecelli ediyordu neylersin ki. Her şey sonunda ona boyun eğmiyor muydu? Cıvıldaşarak, neşeyle uçuşan kuşlar, serçeler, kaya kovuklarına sığınmış ya da çıplak dallarda sinip kalmışlardı şimdiden. Yoksa hicret eden masumların yasını mı tutuyorlardı?
Bütün yaz boyunca tarlasından, bağından, bostanından ayrılmayan ve ona evladı gibi bakan köylüler, artık oralara uğramayacaktı. Sokakları, bir baştan bir başa neşeye boğan çocuklar, “hakimiyet bende” diyen Urus’un, Ermeni’nin karşısında koşamaz, oynayamaz olacaklardı. İnsanlar öyle de tabiat öyle değil miydi? Kısa zaman sonra insan ruhunu okşayarak yağan yağmur yerini, fırtına ve onun habercisi kara, kışa, soğuğa terk etmiş olacaktı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.