“Derdim dağlar kadar büyük gökler kadar yüce...”

A -
A +
Köle Türk kızı Mahperi kardeşinin, sıcak, içten bakışlarını görür gibi oldu.
 
Yanı başında pürdikkat dinleyen gencin başını okşadı Rüstem Bey ve:
“Fazla söze ne hacet evlât... İnşallah en kısa zamanda sizleri huzura çıkaracağım. Her şeyi kendi gözünüzle göreceksiniz.” Pek memnun kaldı Doğan Bey;
“Bu güzel teklife bilmem ne denir Beyim?”
“!!!”
“Teşekkür ederim…”
Gelenler helallik dileyerek oldukça da memnun olarak ayrıldılar.
Canali ise ne olduğunu tam anlayamadığı fevkalâdelikler içindeydi.
O hâdiseden sonra her zaman Mahperi’yi iyileşmiş bulacak umuduyla odasına geldiğinde sükûtu hayale uğruyordu Doğan Bey.
Ne yazık ki, uzun zaman hiç ortalıkta görülmedi kızcağız… Kendine biraz gelir gelmez olanları unutması için başka köydeki akrabalarının yanına götürmüşler. Orada akranı kızlar da varmış. Belki biraz rahatlar diye düşünüyorlarmış.
Canali’yi dur durak bilmeden Timur’un huzuruna çıkmaya hazırladı Doğan Bey. Bütün vaktini ona ayırmıştı. Giyim kuşamından hitabetine varana kadar her şeyi defalarca tekrar ederek pekiştirdi ve okuyacağı aşırı ise su gibi ezberletti.
Yine böyle bir gün dersini almak üzere gelen Canali, çeşitli haberler de getirmişti. Mahperi gelmiş, neşesi de keyfi de yerindeymiş. Bu habere sevinmekle birlikte sorumluluklarının arttığının da farkındaydı Doğan Bey. “Canali... Mahperi... Birinin derdi, diğerinden daha büyük. Ya benim ki!” Kambur üstüne kambur eklenmişti. Artık yalnız değildiler ama sırtındaki ağır yüklere yenilerin eklenmesine ne demeliydi?
“Derdim dağlar kadar büyük, gökler kadar yüce.”
Dersini veren, diyeceklerini de diyen Doğan Bey, düşünceli düşünceli dışarı çıktı. Baharı müjdeleyen ılık bir lodos eriyen karları yalayarak yüzüne çarpıyor, derin hayallerinden uyandırıyordu. Açık, bulutsuz hava ona çocukluğunu hatırlattı nedense. Mahperi, Canali yerine nefsini koydu. “Tek başlarına hayat mücadelesi veren çocuklar...” derken kendini, sonsuz, mor bir tanyeri gibi aklında kalan doğduğu yerde, Bursa’daymış gibi hissetti. Müşfik sütannesini, Süleyman Çelebi’yi ve dağ gibi arkadaşlarını düşündü. Biricik Gülşah’ını gözünün önüne getirmek istiyordu bütün güzelliğiyle. Ve farkında olmadan sağ elinin şehadet parmağını kaldırıp ufuklara baktı:
“Bi-iznillahi teâlâ Timur hakkındaki gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmadan dönmeyeceğim! Bu can bu tende olduğu müddetçe hiç bir mâni tanımayacağım! Masum Osmanlı çocuklarının buralarda harcanmasına razı olmayacağım! Olmayacağım!..”
Elinin üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde, yüzük gibi duran küçük yara izini görüp gülümsedi.
Hâtırası çok mühimdi. Vaatlerini unutmamak için ona bakmayı alışkanlık yapmıştı. Takıntı anlayacağınız... Bu eski yarada, hasretlik içinde kıvranan köle Türk kızı Mahperi kardeşinin, sıcak, içten bakışlarını görür gibi oldu. “Kendisinden katbekat büyük, kızıl bir aslanla pençeleşen zavallı ceylan...” diyerek onu ve Canali’yi nasıl kurtaracağını hayal ediyordu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.