Doğan Bey “başaramadık!” diye çok üzgündü...

A -
A +
Bu insanlık düşmanı bozgunculuğun sonu gelmeyecek, nihâyet bulmayacak mıydı? 
 
Geri çekildi. Sanki birilerine görünmekten sakınıyordu. Büyük akıncı kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, mavi, kırmızı çiçeklerin güzelliklerinden ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Otların üzerine şaşkın şaşkın pelte gibi çöktü. Mecâlsiz ölümünü bekleyen ağır bir hasta gibi içini çekti;
“Korktuğumuz başımıza geldi! Âh, âh! Ve biz bir şeyler yapamadık! Çok fena, pek yazık!”
Dövüşmeye hazır Boğa Hasan ise yanından ayırmadığı siyah tekerlek gibi duran kalkanını aldı. Bu çelik tencere kapağı görünümündeki demir, şimdi daha kara ve ölü tabutu gibi yüzünü örtüyordu. Konuşmuyor, irsî sezgileriyle acı bir vehim içindeydi. Gözleri yalan söylemiyordu.
“Zavallı insanlar, cengâver iki Türk sultanını hileyle kandırıp karşı karşıya getirmekle şimdilik ellerine kına yakabilirler. Ya sonrası?... Ya ahret ne olacak? Ancak felâket, keder, ölümden başka bir şey düşünmeyenler, kan denizi içinde yüzerken hayvanî duygularının esiri olmadıklarını söyleyebilecekler mi?”
Doğan Bey ve arkadaşları bin ok yemiş gibi kanı çekilmiş; nefes alan ölü gibiydiler. Burada bu şekilde olmakla, ebediyen kefeni yırtamayacaklarına, perişan olmaktan kurtulamayacaklarına, dünyanın bu bedbaht dağları üzerindeki kayaların arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, sevdiklerine yeniden doğmadan öleceklerine kanaat getirir gibi oluyorlardı...
Mâzi, bozuk ve bâtıl itikâdlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, anlayış, idrak, ilim, fen ve bütün hakikate, güzelliklere üstün gelip galebe çalıyor; sebepler âleminin vazgeçilmez kanununun o hayali ve zarurî kuvvetini temelinden bozuyor, kırıyordu.
Doğan Bey, “Maalesef başaramadık!…” diye çok üzgündü. Fakat bu sapıkların, bu kin, nefret ve hırsların, acımasız katil mantığın izahını yapamıyordu bir türlü. Fitnenin ani tahakkümü yalnız Türklere, sadece Türk dünyasına mı mahsustu? Bu insanlık düşmanı bozgunculuğun sonu gelmeyecek, nihâyet bulmayacak mıydı? Kıyâmete kadar da hep böyle mi olacaktı?
Kafalardaki onlarca cevapsız sorulara inat, kayaların oyuklarından, sevdiğine kavuşmadan ölen, hasret dolu bir genç âşığın son vedâ busesi kadar ince, nazik bir rüzgâr giriyor, içinde canlı ölülerin bulunduğu bu taze mezarlar üzerine kan karışımı toprak kokuları getiriyor, ovanın göbeğinde görünmez, hüzünlü hayaletler dolaşıyordu...
Büyük akıncıların aklı örtülmüştü. Masum, saf, vatanseverlik dolu niyetlerinin genç dimağlarında meydana getirdiği yorgunluk, onlara bir haşhaş gibi tesir etmişti. Doğan Bey, önce atmaca Nuri’ye sonra da Boğa Hasan’a baktı. Koca dev adam gözlerini ovadaki kargaşaya dikmiş bakmıyor, deliyordu sanki. Kara kalkanını tutan nasırlı ellerini isyankâr göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen ağlamak ihtiyacını, bu dizginlenmesi zor şiddeti, tarifsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu bütün kuvvetiyle.
Kayanın sessizliğinde sanki bu üç yiğit eski, yeni Türk devletlerinin yaslı, teselli kabul etmez üç timsali idi. Biri, asırlık çınarın köklerini; diğeri hayattan zevk alan başı, bulutlardaki gövdeyi; diğeri ise, yaprakları, tomurcukları, narin, dayanılmaz çiçekleriydi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.