Bilenmiş, çifte su verilmiş kılıçların biri inip biri kalkıyordu. Canlı namına bir şey kalmamıştı...
Arkadan tedbir alan üç yiğit, Hurufîleri katları açılmayacak sıklıkta oka tuttular. Sanki bu oklar üç kişiden değil bir bölükten geliyor gibiydi. Hiçbir ok boşa gitmiyordu. Ölmeyenler de basıldıklarını sanarak daha geriye çekildiler. Bu sefer de akıncıların tam kucağına düşmüş oldular.
Bilenmiş, çifte su verilmiş kılıçların biri inip biri kalkıyordu. Canlı namına bir şey kalmadan canlarını cehenneme yolladılar.
Azılı düşmanlarını bitirdiler ama kendilerinde de mecal kalmamış iyice tükenmişlerdi…
Doğan Bey, tam kalbinin üstünden çıkardığı ve kıymetli emanet olduğu belli olan bir şeyi Atmaca Nuri Beye verip okunu yayını yere attı. Aşırı yorgunluk, üzüntü ve şiddetli sıcaklıktan fenalaşan Doğan Beyin hâlsiz dudaklarından “Çok aydınlık, çok güneşli bir hava...” kelimeleri döküldü belli belirsiz. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, kalkanını mavi tüylü bir yelpaze gibi yavaş yavaş sallıyordu. Birden çimenlerin kucağından kayıyormuş gibi yığılıverdi. Önce kimse ne olduğunu fark etmedi. İşin vahametini sezen Boğa Hasan Bey, hemen atılarak bir hamlede kollarından tutup yanına oturtmaya çalıştı. Rahat nefes alması için göğsünü açtı. Kendine getirmek istedi. Kenetlenmiş dişlerini açmak için hançerinin ucunu ağzına sokup çenesini ittirirken dilini ısırıyordu. Karşılara dalıp giden Atmaca geri döndüğünde acı tabloyla şoke oldu. Koyu kumral saçları yerlerde toz toprak içindeki canından çok sevdiği Doğan Beyin rengi süt gibiydi... Hemen baş ucuna oturdu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi ‘güm güm’ atıyordu. Dağılmış, saçlarını düzeltti bir ananın evlâdına yaptığı gibi müşfik ve sevecen. Boğa Hasan Beyin yardımıyla başını yukarıya kaldırıp boncuk boncuk parlayan terlerini sildi. Diğer elini de kalbinin üzerine koydu bir kelebek zarafetinde. Geniş kaslı göğsünde el kadar bir bölge kımıldıyordu hâlâ.
“Kederinden yiğitler yiğidi Doğan Beye inme mi inmişti yoksa? Yoksa!..”
***
Genç ve güzel gelin Gülşah Hanım, birkaç haftadır şirin konağında âdeta hapsolmuş dışarı hiç çıkamamıştı. Canı gibi sevdiği Doğan Beyi’nin zarurî vatan görevi için gittiği Acem illerinden hâlâ dönmemesine mi, yoksa Osmanlının başına gelenlerden mi ne her tarafı sızım sızım sızlıyor, onu geniş pencereye dayalı yumuşak kaz tüyü şiltesinde ölüm için işkenceye konulmuş, ümitsiz bir esir azabıyla kıvrandırıyordu. Gecelerden beri uyku yüzü görmeyen iri elâ gözlerini, yorgun bir bakışla fidanların tepesinde gezdiriyor, yeşil bahçenin duvarlarını aşarak uzaklara, tâ çamlı tepelere dikip kalıyordu. Hava sakin, bir genç kadar taze, berrak, saf ve aydınlıktı. Sabah güneşi, bütün Bursa’yı sarı altından bir ışık yağmuru içinde parlatıyordu. Serçe, kırlangıç kümeleri, şeffaf billurdan cennet kuşları misali evlerin üstünde dönüyor, dolaşıyordu. DEVAMI YARIN