Göğüs kafesleri daraldı, yüreği burkuldu...

A -
A +
Bulundukları kayalığın yakınındaki ağaçların altından birkaç atlı, yıldırım hızıyla uçarcasına geçti
 
Boğa Hasan bu hüzünlü açıklamadan etkilenmiş olacak ki yorgunluğu hiçe sayarak o da kalktı.
“Gözlerim o kadar görmez ama… Ben de bakayım. İnsanı uzandığına pişman ettiniz! Helâl olsun sizlere!”
“İçimize öyle bir kor düşmüş ki cayır cayır yakıyor. Gel de rahat et! Nerde?”
İkisi de çıkabildikleri en yüksek kayanın kenarında idiler. Bir tarafta Boğa Hasan Bey muhteşem pehlivan endamıyla yükseliyor, diğer yanda yakışıklı, atletik yapılı Doğan Bey büyüyen gözlerle toz duman içindeki düzlüğe bakıyordu. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tuhaf, sıcak bir yaz aydınlığında yanardöner parlıyordu. Kızıl nehre güneş aksetmiş, başka kederlere, elemlere akıp giden bakırdan bir ırmağa dönmüştü. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları rüzgârdan titriyor, yerlere kefen parçacıkları hâlinde beyaz kelebekler konuyor, kuşlar yuvalarına ejderha girmiş gibi feryat ederek kaçışıyordu. Karşı ufuklarda belli belirsiz dağlar, alevler altında kavrulan köyler, yoğun toz, duman içinde tam seçilemiyordu. Rüzgârda sallanan başaklar gibi bir o yana bir bu yana gidip gelen ne olduğu anlaşılmayan bir insan deryası... Bendini yıkmaya çalışan azgın dalgalar gibiydi. Tuhaf bir rüya, canlı bir karabasan mı görüyorlardı yoksa?
“Bir anda üç kişi de aynı düşü görecek değil ya!” diyen Doğan Bey, arkadaşlarına baktı. Susuyor, ufukları tarıyorlardı dehşet dolu gözlerle. Henüz bir şey anlamamış, kim kiminle harp ediyor tam seçememişlerdi. At ayakları altında çiğnenmiş çiçekler doğrulmaya çalışırken kızgın güneşin kavurucu sıcağıyla bir daha boyun büküp düşüyor, arılar vızıldayarak bilinmez bir yöne kaçıyor, birden kayboluyorlardı. Beş on kuzgun, bir çift leylek yakın bir tehlikeden, anlamadıkları gürültülerden meçhul bir yere kaçar gibi hızla geçiyor, korkuyla “ga ga, lak lak” diye haykırıyorlardı. Nerede oldukları görülmeyen çekirgeler mütemâdiyen ötüyor, cırtlak sesleri, durmadan kulakları çınlatıyordu. Yorgun Doğan Bey, birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle;
“Âh, işte...” dedi.
Bulundukları kayalığın yakınındaki ağaçların altından birkaç atlı, yıldırım hızıyla uçarcasına geçti. Büyük akıncı, güçlü işaret parmağını ileri uzatarak heyecanla gösterdi.
“Fakat ben senden evvel şu tepenin arkasında koyu kül rengi filleri gördüm…” diyerek hırsından ağaçların yapraklarını koparmaya çalıştı. Boğa Hasan, derenin kenarındaki dev hayvanları gösterdi. Genç akıncı son bir zorlamayla gözleri yuvasından çıkacakmış gibi büyümüş olarak:
“Âh! Âh! Canım kardeşim, galiba haklısın. İyi göremiyorsun… Karşı ovaya doğru baksana…” derken göğüs kafesleri daraldı, yüreği burkuldu. Nefesi kesilecek gibi oldu. Ruhunu meçhul bir acı, tarif edilmez bir elem kapladı. Gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat parçası şimdi ona kabir gibi oldukça ürkütücü görünüyor, koca taş bloklar, esir bir sultanın türbesine benziyordu. Etraftaki haşhaş, lale, kuşburnular ise muradına ermeden ahrete göçmüş genç kızların terk edilmiş, metruk çiçekli mezarları gibi hüzün veriyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.