"Her Osmanlı bunları iyi bellemeli bence…”

A -
A +

“Doğan Bey, düşmanın cesurunu severdi, arkadan vuranını değil. Ona göre; savaş, bir mertlik sanatıydı."

 
Şimdiye kadar dinlemekle yetinen Sarıkız lafa karıştı;
“İyi ki eşkıyalar seni basmış ve de Doğan Bey de kurtarmış. Yoksa Atmaca’mla nereden tanışacaktım ki?”
“Vaki olanda hayır vardır.”
“Sahi yüce bir insanmışsın Meryem...”
Gülüştüler… Keyiflerine diyecek yoktu... Sarıkız, Kâbus’un şatosunda akıncıların yerine domuzların çengellere atılışını, bütün sarhoş şövalyelerle birlikte halkın kaçışını anlattıktan sonra devamında:
“Sonra, Karahan’a gelenlerden işittik: Kâbus’un kızı Maria, kalenin avlusuna taşıyamayacağı silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak ateşe verip yakmış. Kefere eline geçmesin diye ahırındaki çok sevdiği savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş.”
“Sorma! Hâlâ aklıma gelince içim bir hoş oluyor. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı, kırdı. Akıncılar tabii çoktan ufukta kaybolmuştu. Bir okla yaralanan Hurufî’yi diri diri yakalamaya çok çalıştık. Ama kolay olmadı. O dizüstü sürünerek her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik ediyordu. Kudurmuş köpeğe benziyordu âdeta. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hem ağzı, hem de eli çalışıyor, öldürmekten ziyade ölmeye gayret ediyordu. Tabii yiğitlere güç yetirebilir mi? Buna rağmen eli ayağı bağlanana kadar vuruştu.”
“Demek öyle.”
“Ne kini varmış adamın!”
“Doğan Bey, bu namertle hiç konuşmadı.”
“Evet, konuşmamış. Habis bedenini Padişah Efendimize canlı getirmeye ahdetmiş.”
“Kirli vücudu ile şeytan ruhunu kalenin karşısına hapsettirdi Sultanımız. Kapısına da ok, kılıç ve mızraklı nöbetçilerle, bir de bayrak dikilmesini emretti.”
“Bayrak! Tuhaf değil mi? Acaba neden?”
“Büyüklerin işine akıl sır ermez. Vardır bir hikmeti.”
“O günden bu yana da aynı yerde…”
“Amaaan! Başka konu mu yok? O fitneciyi konuşuyoruz!”
“Aşk olsun! Kötüler bilinmeden iyilerin kıymeti belli olmaz. Her Osmanlı bunları iyi bellemeli bence…”
“Ezberlemeli!”
“Bari bir türbe yaptıralım...”
Zaman zaman gülüşmeler kahkahaya dönüşüyor, Gülşah ise hayat arkadaşını anlata anlata bitiremiyordu;
“Doğan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını severdi, arkadan vuranını değil. Ona göre; savaş, bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltica edenlere hiç dokunmazdı. Lâkin yüz de vermezdi. ‘Hain, her yerde haindir’ diye nefret ederdi.”
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece derinleşiyordu gittikçe...
Gülşah, uzun uzadıya anlattığı Doğan Bey’ini, Sarıkız, Karahan’ın renkli misafirlerini, Meryem ise babası Kâbus’un şatosunu ve esrarlı hikâyesini hâlâ bitiremiyordu…
Yatsı namazı için ara verdiler. Ulucami’den dağılan cemaat meşalelerle geçerken dalgalı ışıkları odanın içinde oynaşıyor, tavan ve duvarlarda hoş görüntülere sebep oluyordu.
Gülşah, konağın ıslanmış, hasta, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına dalgınca baktı. Sarıkız’ın “Suyun hazır… Haydi, oyalanma…” sözlerini işitmedi; kendi âlemindeydi. Hâlâ düşünüyordu. O biliyordu düşmanların hepsi fırsat düşkünü ve kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları, tilki kadar kurnazları, yılan kadar zehirli olanları da vardı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.