Kapıda, Meryem yerine Sarıkız görünmüştü!..

A -
A +

“Herkes ağlarken ben gülüyorum ha. Delirdim mi ne? Olacak şey mi bu? Aman Allah’ım!”

 
Bugün Bursa’nın... Yalnız Osmanlının değil, bütün Türklerin millî bir felâketi, acı haberlerin geldiği gündü. Gülşah Hanım baygın gözlerini çıldırmış gibi uçuşan kuşlardan indirdi. Pencereden rahat görünen geniş taş kaldırımlı yola baktı. Atlılar, yük taşıyan merkep ve katırlar, yaylı üstü kapalı arabalar, öbek öbek insanlar... Bir karınca göçü hâlinde akıyor; asma balkonlarda, yaldızlı cumbalarda ihtiyar kadınlar sessiz gözyaşı ile için için ağlıyordu.
Bütün müminler Fâtiha-i şerîfe, İhlâs-ı şerîf, salevât-ı şerîfe... camilerde de yanık sesli hâfızlar aşr-ı şerîf okuyordu. Çeşme ve şadırvanlar abdest alanlarla dolup boşalıyordu.
Ulucami’de ise mevlid-i şerîf hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyordu. Büyük konaklardan küçük evlere varıncaya kadar bütün meskûn yerler bir telâş içindeydi. En zengininden fakirine, beylerden çobana varana kadar topyekûn bir millet, şimdiye kadar zaferden zafere koşan, yenilgi nedir bilmeyen yiğit padişahlarının meçhul akıbetlerini merak ediyordu. Her kafada onlarca soru cevap bekliyor, kimse acı hakikatin doğru olduğuna inanmak istemiyordu...
Gülşah, gözlerinden ruhuna dolan yaşların, paramparça dünyasını sırılsıklam ıslatarak süzüldüğünü, yavaş yavaş bütün vücuduna yayıldığını hissetti. Kafasının ağrısını, bacaklarının sızılarını bir an unuttu. Aklına gelenlerden olsa gerek dudaklarında beliren acı gülümsemeye mâni olamadı.
“Herkes ağlarken ben gülüyorum ha. Delirdim mi ne? Olacak şey mi bu? Aman Allah’ım!” diye söylenerek titreyen parmaklarıyla parlak, dalgalı saçlarını arkaya attı. Kalbinin derinliklerinde, şimdiye kadar hiç farkına varmadığı, ince bir heyecanın hızla ürperdiğini, gittikçe büyüdüğünü duydu. Toparlanıp doğruldu. Tekrar dışarıya baktı. Her yer, hatta uzaklardan hayal meyal görünen Emir Sultan dergâhı bile ayaktaydı. Baştan aşağı beyazlar giyinmiş talebeler, can veren pervaneler gibi uçuşuyor gibiydiler. Uludağ’dan Ulucami’ye inen dik ana yokuş iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kalabalıktı. Bağrışmalar, koşuşturma ve feryatların yankıları Arş-ı âlâya yükseliyor, dalları kıran haşin bir rüzgâr esintisi gibi pencereden odaya doluyordu. Bütün Bursa bir baştan öbür başa fokur fokur kaynıyordu âdeta. Gülşah, gayriihtiyari;
“Meryem!” diye bağırdı. Üç ayrı odadan birinde kalan gönüldaşı uzaktan ses verdi:
“Ne var?”
“Çabuk giyin, rica ederim.”
“Ne olacak?”
“Dışarı çıkalım.”
Kapıda Meryem yerine Sarıkız göründü. İnce kumral kaşları altında koca mavi gözlerini “benden habersiz nereye?” der gibi süzüyordu. Gören ‘alınmış’ sansa da öyle birbirlerini seviyor sayıyorlardı ki kötü zannetmeleri mümkün değildi. Hâlbuki bu güzel gelinler hayatlarının baharında ne badireler atlatmış, ne acılar çekmişlerdi birlikte? Mesut yuvalarının direği, sevgili kocalarının şimdiye kadar hiçbir haber alınamayan şark seferlerinin meçhul akıbetine yüksek sabır göstermişlerdi. Hâlâ da metanetle devam ediyorlardı. Şikâyetlerini, yakınmalarını gören duyan olmamıştı şükürler… Bir ömür kadar uzun gelen bekleyiş içindeyken de çirkin bir oyunun acımasız kurbanı olmuş, günlerce ölüm kalım arasında can çekişmiştiler. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.