Kim nerede? Galip gelen mağlup olan var mıydı?..

A -
A +
Ankara Çubuk Ovası kaç haçlı muharebesine sahne olmuştu da böylesini hiç görmemişti.
 
Netice itibarıyla üçünün de talihi bu tepenin kuytu gölgeliğinde, birbirini imha eden karşıdaki kan ve din kardeşlerinin intiharına şahit oluyor, maalesef bir şey yapamıyorlardı. Üzerlerinden gelip geçen kuş kümeleri, bazen şiddetli bir cıvıltı, bazen karanlık bir gürültü koparıyor, sonra ölüm sessizliğinde susuyordu. Zamanın iki büyük devletleriyle birlikte koca koca hayalleri de gözlerinin önünde eriyor, eriyordu…
Kim nerede? Galip gelen, mağlup olan var mı? Sağa sola kaçışanlar da ne? Anlaşılmıyor, bilinmesi de istenmiyordu zaten. Artık hafif, kuvvetsiz bir ölüm kalım hırıltısı ile horluyordu ova. Torununun torunlarına ne gibi bir hâtıra bıraktıklarını bilemeden, güzel duygularını unutarak hıçkırıklarını zapt edip donmuş kalmışlardı.
Geniş ovadan intizamsız fasılalarla gelen is ve kan karışımı kokulu rüzgârın cereyanı ansızın fırtınaya döndü. Muhteşem tabiatın yalancı cennetinde, tarif edilemez cehennemî bir azap, zulmet, karamsarlık ruhlarını cayır cayır yakıyor, çırpınıyor, can çekişiyordu. Ankara Çubuk Ovası kaç haçlı muharebesine sahne olmuştu da böylesini hiç görmemişti. Bu amansız mücadelenin bir hain tuzak yüzünden olduğunu kaç kişi bilecekti? Doğmadan katledilen parlak istikbâlin bu üzgün akıncıları, kör katillerin ebedî bahtsızlığını seyrederek mahzun, perişan oluyorlardı.
Nereden geldikleri belli olmayan çeşitli kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başladılar yine. Koca tabiatı istila eden feci bağrışmalarıyla acı acı feryat ediyorlardı dur durak bilmeden.
Ankara havalisi sanki çökmüştü. Karanlıklara, gürültü, patırtı ve bağrışmalara alışkın olan zırhlı filler, yük develeri, canlı adına ne varsa hepsi de delirmiş gibiydiler. Komutanlar bağırıyor, kös sesleri kulakları çınlatıyor, atlar acı acı kişniyordu. 28 Temmuz 1402 mübarek cuma günü Ankara Çubuk Ovasında yer gök insan kaynıyordu. Sanki suyu can ve kızıl kan olan korkunç bir tufan kopmuştu. Gök eriyip yere inmiş, toprak da fışkırıp göğe yükselmiş gibiydi. Aralıksız toz toprak, savruluyor, kızıl alevleri boğan kara dumanlar Arş’a ulaşıyordu âdeta... İki ordu Çubuk’ta sel olmuş bentlerini yıkıyor, kanlı çamur olmuş düşeni boğuyor, sis ve fırtına olmuş Müslüman Türk adına ne varsa silip süpürüyordu.
Allahü ekber nidâlarıyla birbirine giren ordular “ya şehit, ya gâzi olurum” aşkıyla bütün kuvvetiyle kılıç sallarken karşısındakinin de kendinden bir parça olduğunu anlayınca “eyvah!” deyip, saçını başını yolacaktı ama, o zaman da iş işten çoktan geçmiş olacaktı.
“Ben hep acı içinde yaşayan biriyim! Bu sıkıntılı hayat âdeta kendimi bildim bileli var. Daha dünyaya gözlerimi açmadan hem anadan hem babadan yetim kalmışım. Ondan sonra yaptığım değil, düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Hâtıralarım sanki yalnız hüzün için yapılmış. Evet, acaba bu yok oluşun müsebbiplerinden biri ben miyim?..” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.