Meğer sanaymış yolculuğum ey aziz İstanbul...

A -
A +

Hep “Okuyacaksam İstanbul’da okumalıyım” deyip duruyordum. O zamanki düşünceme göre bütün istikbâlim buradaydı.

 

 

 

Necip Fazıl gibi nice şair, yazar, ressam ve sanatçılara ilham kaynağı olmuş şehir İSTANBUL. Babamın medrese tahsili yaptığı ve sık sık yaşadıklarını dinlediğim, semt isimlerini ezbere bildiğim, iki kıtada yer alan dünyanın merkezi diyebileceğimiz bu emsalsiz tabiat harikası, buram buram tarih kokan şehir benim de hayallerimi süslüyordu.

 

“Okuyacaksam İstanbul’da okumalıyım” deyip duruyordum aklım erdiği günden beri. O zamanki düşünceme göre bütün istikbâlim buradaydı. Her şeyi bu hayallerime göre tanzim edip ayarlıyordum. Nasip var mıydı, yok muydu? Onu tabii ki bilemez, anlayamaz ve hatta aksini hesaba dahi katmazdım. Benim vazifem istemek ve hakikat olması için de sebeplere yapışmaktı, onu da tam mânâsıyla yapıyordum.

 

İleride sokaklarını, caddelerini adım adım dolaşacağım bu Şark ve Garp medeniyetlerinin birleştiği muhteşem şehir, hayatıma damgasını vuracak en mühim yerini tutacaktı.

 

Nereden bilecektim?

 

Erzurum’un bir dağ köyünde hayata gözlerini açan, zorlu tabiat şartlarıyla mücadele ederek büyüyen, Hacı Hayriye ve Hacı Lütfü Karadayı çiftinin sekiz evlatlarından ikinci çocuğu; ne bilirdi dünyanın merkezini, şanlı Osmanlı’nın pây-i tahtını, İslâm âleminin başşehrini, şirin Türkiye’mizin en büyük tarihî ve sanayi merkezini…

 

Rabbim dilerse olmazlar oluveriyordu işte…

 

Meğer sanaymış yolculuğum ey aziz İstanbul. Bir gün kendi kendime “neden, niçin” yaşadığımı sordum; bir mânâsı olmalıydı başımdan geçen onca şeyin; bir karşılığı olmalıydı!

 

Zihnimi meşgul eden suallere cevap aramaya başladığımda ondokuz, yirmi yaşlarında ya vardım ya da yoktum. Gönlüm geniş, ellerim çalışmak için beynimden emir bekliyor, ideallerim, hayallerim Palandöken kadar yüksek, bir o kadar da yüce, deryalar kadar engindi. Çok tecrübem olmasa da soluk soluğa kalmış yorgun bir çocuktum. Bu yüzden olsa gerek bildiğim her şeyden, herkesten bir müddet uzak duruyordum.

 

Yalnızlık, yabancılık, haksızlık, dünya kederleri bir olup yüklenmişlerdi bu gencecik tazeye. Düşünceli düşünceli dışarı çıktım. Mevlüt Ustaların bacadan Sütpınar’ın kayalarına, oradan gökyüzüne baktım. Dolunayın gümüş ışığı; serin bir aydınlık olarak çiseleniyor, toprak damların üstüne üstüne. Köşe bucak göz kırpan yıldızlar ışıl ışıldı. Yaz olsa da memleketimizin gecesi hep üşütürdü insanı. Hafif titrer gibi oldum, mühimsemedim, etrafı seyretmeye devam ettim epeyce. Şahid olmuşsunuzdur; insan nasıl da acır kendine, böyle hâllerde ve anlarda.

 

Sakin, iddiasız ve duru hâlimle her zaman kendime hâkim olmasını bilirdim! O gün de öyle yaptım veya öyle yaptığımı sandım. Bu acayipliğin farkındaydım. Her hâlime sirayet ederdi çünkü. Mütevâzılığımda bir değişiklik olmadığı gibi; muhabbet, hürmet ve derin üzüntülerimde de değişiklik yoktu.

 

Bu gece köyde son gecem, yarın erkenden hareket edeceğim bütün endişelerimle gurbete!.. “Sen de buna göre hazırlan be Ragıp!…” dedim, uyumaya çalıştım.

 

Kötülerle buluşma!/Kin gütmeye çalışma!/Ciğerlerine yazık,/Sigaraya alışma!

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.