Dünyanın çivisi çıkmış, her şey altüst olmuştu. "Başıma iş açmadan bu mevzuyu kapatmalıyım" diye düşünerek sustum.
Bozuntuya vermeden hep gülüyordu:
- Ya öyle mi? Bu renkli hayatı bırakayım. Sevdiğim şeyleri okumayayım. Sonra bir hapishaneden beter olan bu sıkıcı dünyada, okulda, evde yalnızlığın içinde delireyim mi? Dostlarımla oynuyor, eğleniyor, hayatın tadını çıkarıyorum.
- Hayır! Sana öyle geliyor! Eğlenmiyorsun! Dost bildiklerin seninle, kedinin fareyle oynaması gibi oynuyor, keyifleniyorlar! Biraz aklın, izânın varsa gözlerini iyi açar, hakikatleri görürsün, ne demek istediğimi de anlarsın!
- Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz ey yüce bilge adam?
- Her fırsatta iğnelemeden, aşağılamaktan ne zevk alıyorsun bilmem ki?
- Buna alınganlık denir! Hâlâ tavsiye bekliyorum!
- !!!
Öyle ya, nasıl bir hayat tavsiye edebilecektim bu modern kıza? Düşünmeye başladım; evet, ne yapsın? Dünyanın çivisi çıkmış, her şey altüst olmuştu. "Başıma iş açmadan bu mevzuyu kapatmalıyım" diye düşünerek sustum. Babası karakol komutanıydı. Beni bilerek konuşturup açığımı mı yakalamak istiyordu? Ya konuşulanlardan idareye bahsederse, bana iftira atarsa, kendimi nasıl müdafaa edecek, savunacaktım?
Kayıt geçer sicile,
Etsek de çok acele,
Alna yazılan gelir,
Fayda vermez ecele.
Dedelerimizin, babalarımızın zamanında hayata bakış farklıydı. O devirde herkesin ayrı dünyaları vardı. Şimdi her şey birbirine karıştırılmış… Koca mektebin kuytu bir sınıfında bir kızla bir erkek hayata dair her şeyi konuşabiliyor. Ar, hayâ, edep diye bir mefhum kalmamış...
Modernlik ismi altında Avrupailik, bulaşıcı bir hastalık gibi içimize girmişti bir kere… Dudaklarımızda sahte gülücükler, yalan ifadeler, yanlış yönlendirmeler, iftira, karalama, zulüm, maddi ve manevi işkence had safhaya çıkmıştı. Nerede o eski hanım hanımcık kadınlarımız, kızlarımız? Örtüleri parçalamış, ellerini bir mücevher gibi bezeyen kınalarımızın yerini ne olduğu belli olmayan kimyevi boyalardan süsler almıştı. Evimizi, eşyalarımızı, kılık-kıyafetlerimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmiştik. Her şey yalan, her şey sahte, her şey taklitti. Anane, gelenek ve göreneklerimizle beraber maneviyatımız, hissiyatımız, sevinçlerimiz de bir bir sönüp kararıyor, sökülüp atılıyor, tek tek kayboluyordu. Karşımızda neyi seveceğini, neyi sevmeyeceğini bilmeyen şaşkın ve kandırılmış mankurt bir nesil vardı! Akla gelebilecek her şeyden nefret eden, geçmişimizden tiksinen, istikbâlini karanlık gören hasta, tedavisi zor bir nesil!
Bizler de ya bunların oyununa alet olacaktık ya da ebedi saadetimiz için silkinip kendimize gelecektik. Mühim bir yol ayırımında ve de karar safhasındaydık.
Epey sessizlikten sonra;
- Daldın! Ne düşünüyorsun? Suâliyle kendime geldim.
- Hiç!
- Biraz önce ben de aynı kelimeyi kullandığım için azarlamıştın!
- İyi ya ödeştik…
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...