Meryem, Doğan Bey’in esir edilişini anlatıyordu

A -
A +
Her gece aynı hikâyeler, aynı sohbetler. Bıkmak usanmak, yorulmak hiç yoktu...
 
Timur Han, Canali’ye en son şu nasihati yaptı:
“Ey oğul! Nefsin silahı tokluk, hapishanesi açlıktır. Hevanın silahı, çok konuşmak; sukut ise, onun zindanıdır. Dünyanın silahı insanlarla fazla beraber olmak, onlar arasında fazla bulunmak; çaresi yalnızlık ve onlardan uzak kalmaktır. Şeytanın silahı gaflet, yani Allahü teâlâyı unutmak; ona karşı tedbir, Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamak, O’nun büyüklüğünü düşünmektir. Zikir, Allahü teâlâya kavuşmada en kısa yoldur.
Ey oğul! Bu nasihatlerimi iyi belle ve Allahü teâlânın nimetlerine, sana yaptığı iyiliklere şükredenlerden ol...”
Doğan Bey, yiğit arkadaşlarıyla Timur Han’ın otağından çıkarken hâlinden çok memnundu. Bütün sebeplere yapışmanın derin hazzı içinde Bursa’ya dönebilirlerdi artık.
             ***
Her gece aynı hikâyeler, aynı sohbetler. Bıkmak usanmak, yorulmak hiç yoktu. Onlardan bahsetmekten daha zevkli bir eğlence tanımıyorlardı üç güzel gelin.
Meryem, Doğan Bey’in esir edilişini anlatıyordu yine. Gülşah, içinde sevdiğinin olduğu hâtıraları konuşmaktan veya dinlemekten müthiş bir haz alıyor, onunla birlikteymiş gibi mutlu oluyordu. Kış gecelerinin bitmek tükenmez akşamlarını hep yiğitleriyle birlikte geçirmişlerdi âdeta. Dünyaları da ahiretleri de onlardı. Hayatta olmalarından ve sağlıklı haberlerinden başka bir şey beklemiyorlardı zaten.
“Ee! Nasıl oldun ilk gördüğünde Meryem?” diye soran Gülşah’ın beklediği cevap da aynı heyecanla geldi;
“Osmanlı’nın en acımasız şövalyelerinden biri yakalanmış, gözlerinden kızıl alevler saçıyor, dişleri ve pençeleri aslanınki gibiymiş.”
“Yok daha neler!”
“İşte halk bu! Bir duyduğuna iki ilâve etmeden, abartmadan veya yerin dibine sokmadan edemiyor.”
“Eeee!”
“Tabii bu ölçüsüz ifadeler beni de etkilemişti. Bir yolunu buldum. Zindana gittim. Aman Allah’ım bu da ne? Dilim tutuldu. Elim ayağım birbirine karıştı. Yanımdaki cellatbaşına da işi belli etmemek istiyorum tabii. Yoksa sonumuz kötü olurdu. Hatta o tarafa tükürerek çıktım, gittim. Babam olacak adamı ayağa kaldırdım. Çok fena şaşırdı. Nereden bilecek benim ona bir can borcu olduğumu. Ne yaptım, ettim onları başka temiz bir bölüme aldırdım. Bunlara gayet kıymetli elbiseler giydirttim. Türlü yemeklerle besledim. Yaralarını tımar ettirdim.”
“Ceplerini altınla doldurmuş. ‘Al bunları memleketine götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum’ demişsin.”
“Onlarda altın kabul edecek göz var mı? Tabii nazikçe reddettiler. Dediğime çok utandım. Hâlâ aklıma gelince aynı acıyı duyuyorum.”
“Doğan’ım! Aslan Efendim! Eee…”
“Mutlaka! Çok yiğit gençlerdi. Terbiyelerine dikkat ettim. Mükemmeldiler. Onların zayi olmasına ne aklım ne de duygularım müsaade etmedi. Tabii Gülşah diye bir sevdiği olduğunu anlamıştım o zaman. Ben de gözümü Hasan Bey’e diktim. ‘Bu şarapçı sarhoşların pis nefes kokularını duymaktansa mert insanların esiri olayım daha iyi olur’ dedim.”
“Deyiş o deyiş! Büyüklerimizin bir sözü var: ‘Niyet hayır, akıbet hayır…’ Eminim ki netice çok hayırlı oldu. Ahirette daha iyi anlayacağız tabii…”
“Ondan hiç şüphem yok Gülşah Hanım. Ne kadar şükretsek az. Bunu daha iyi anlıyorum. Böylece devletimize üç büyük asker yetiştirmiş gibi oldum.”
“Bence üç asker değil, üç ordu…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.